Girne Amerikan Üniversitesi (GAÜ) Sağlık Bilimleri Fakültesi, Acil Yardım ve Afet Yönetimi Bölüm Başkanı Prof. Dr. Günhan Erdem, 30 Ekim Cuma günü yerel saatle 14:51’de merkez üssü İzmir Seferihisar’da 80’den fazla kişinin hayatını kaybettiği 6.8 büyüklüğünde gerçekleşen depremin nedenleri, sonuçları ve afetlerden korunmanın yolları hakkında değerlendirmelerde bulundu.


“İzmir depreminin ardından bıraktığı acılar ve yıkıntılarla bir deprem daha geride kaldı. 30 Ekim Cuma günü saat yerel saatle 14:51 merkez üssü İzmir Seferihisar’ın 17,26 km açığı ve aletsel büyüklüğü 6.8 olan bir depremle sarsıldık. 15 saniye süren şiddetli sarsıntının ardından 17 binada ağır hasar meydana geldi. Halen devam eden arama kurtarma çalışmalarında bu yazının yazıldığı ana kadar 83 vatandaşımızın hayatını kaybettiği 940 vatandaşımızın ise yaralandığı bilgisine ulaşıldı. Hayatını kaybeden vatandaşlarımızın mekânı cennet olsun. Kendilerine Tanrı’dan rahmet, yakınlarına baş sağlığı ve sabırlar diliyorum” açıklamalarıyla konuya başlayan Erdem açıklamalarına şu şekilde devam etti;

“Ülkemizde veya çevremizde oluşan her deprem sonrasında olduğu gibi yine birçok haber kanalı, alanında uzman kişilere depremle ilgili sorular yöneltip, bundan sonra ne yapılması gerektiğini soruyor ve çoğunlukla benzer açıklamalarla dolu deprem gündemi geride kalıyor. Çok değil, birkaç gün sonra İzmir depremi de yaşadığımız diğer depremler gibi unutulacak. Yapılması gerekenler, alınması gereken önlemler yine ihmal edilecek. Ama bunlar, ne yazık ki gelecekte yaşayacağımız kaçınılmaz bir depremle yine hatırlanacak. Tıpkı bu yıl başında, 24 Ocak’ta yaşanan Elazığ depreminden sonra olduğu gibi. Devlet yönetiminin üst kademesinden aynı açıklamalar: “Yaraları saracağız, kayıpları telafi edeceğiz…”. Hayatını kaybedenler geri gelmeyeceğine, yakınlarının acılarını hiç bir şey saramayacağına göre hepsi boş laflar.

Peki, bu yaşadıklarımız kaderimiz mi? Yok, değilse o zaman biz neyi yanlış yapıyoruz?

Öncelikle bir geçeğin altını çizmekte fayda var. Türkiye bir deprem ülkesi. Bu coğrafya genç ve diri kırıklar içeriyor. Birçok deprem uzmanı pek çok araştırma yapıyor ve elde ettikleri sonuçlara göre gelecekte de benzer depremler yaşanmaya devam edecek. Neden bu kadar kesin konuşabiliyoruz? Çünkü deprem başta olmak üzere afetlere neden olan tüm hadiseler bilimsel olarak açıklanabilen sebeplere dayanıyor. Hiç biri doğaüstü değil. Hiç birinin herhangi bir ritüelle ilişkilendirilebilecek bir yanı yok.

Evet, depremleri engellememiz veya büyüklüğünü azaltmamız şimdilik mümkün görünmüyor (belki de gelecekte mümkün olabilir) ama depremlerin verdiği zararı azaltabilmek şu an sahip olduğumuz bilgi ve deneyim sayesinde elimizde. Dünya’da afetlere ilişkin iki önemli ve birbirine de karıştırılabilen kavram var.

“AFETE HAZIR TOPLUM”

Ne demek bu? 7’den 70’e tüm vatandaşlarında afet bilinci gelişmiş, herhangi bir afet veya acil durum anında nasıl davranması ve ne yapması gerektiğini bilen bir toplum yapısı oluşturabilmeyi tanımlıyor. Bunun için geliştirilmiş bir takım eğitim çalışmaları, programlar hazırlanıyor ve çeşitli yöntemler aracılığı ile vatandaşlara aktarılmaya çalışılıyor.

 

“AFETE DİRENÇLİ ÜLKE”

Çevresinde herhangi bir afete neden olabilecek her türlü tehdidi, riski tespit ederek bunlar üzerinde detaylı araştırmalar yapmış ve yapmaya devam eden, belirlediği risklere dönük tehlike analizlerini yapan, bu tehdit ve tehlikeleri ortadan kaldırabilmek için riskleri en aza indirecek gerçekçi projeleri uygulamaya koymuş olan, böylelikle vatandaşlarının can ve mal güvenliğini azami ölçüde sağlamayı başarabilmiş ülkeler, “afete dirençli ülkelerdir”.

Açıklamaya çalıştığımız iki kavramı bir arada ele alırsak, İzmir depreminde de gördüğümüz şöyle bir örnekle durumu net bir şekilde ortaya koyabiliriz sanırım. 15 saniye süren 6,8 büyüklüğündeki bir deprem ve sonrasında oluşan süpürtü (tsunami) İzmir’in bazı semtleri ile Seferihisar ilçesinde can ve mal kaybına sebep oldu. 17 bina ağır hasar gördü. Bazıları üzerine basılmış gibi enkaza dönen bu binalarda yaşayan insanlarımızın bir kısmı maalesef can verdi. Şimdi, siz ne kadar afete hazır bir toplum olursanız olun, şayet, deprem anında enkaz yığınına dönen bir binada yaşıyorsanız, yapabileceğiniz pek bir şey yoktur. Deprem anında içinde bulunduğunuz yer ve eyleme bağlı olarak eğer kendinizi sığınabileceğiniz bir boşluğa (hayat üçgenine) atabilirseniz hayatta kalmak adına bir şansınız olabilir. O kısacık süre içinde hazırlamış olduğunuz deprem çantasına ulaşmayı düşünmek sadece iyi niyetli bir dilekten başka bir şey değildir. Şayet fırsat bulur da bir deprem simülatöründe benzer bir deneyimi yaşarsanız bunu kendiniz de anlarsınız. Can ve mal güvenliği için önemli olan, depremde enkaz haline gelmeyecek binalar yapabilmek, hasar görmeyecek bir alt yapı tesisi oluşturabilmek, yani güvenli bir yaşam koşulu temin edebilmektir. Bunun da tek yolu merkezi yönetim eliyle yapılması gereken işlerden geçer.

“Afete dirençli bir ülke” olmak. “Nasıl olacak bu?”

1999 Marmara depremi sonrasında bina güvenliğini sağlamak adına bazı kanunlar çıkarıldı, bazı uygulamalar devreye sokuldu. Bunların başında “deprem yönetmeliği” olarak bilinen imar yasası değişikliği geliyordu. Bu yasaya göre bina inşaat standartları yükseltildi, yapı denetimi devreye sokuldu. Ayrıca DASK olarak bildiğimiz doğal afet sigortası geliştirildi. Buna ek olarak, kentsel dönüşüme kaynak oluşturabilmek için özel vergi sistemleri uygulandı ve halen de bu vergiler toplanmaya devam ediyor. Buraya kadar kısaca, ‘99 depremi sonrası hayatımıza giren ve bir daha böyle bir acıyı yaşamamak adına son 20 yıldır yaşantımız içerisinde olan uygulamalara baktık. Peki işe yaradı mı? 2003 Bingöl, 2011 Van, 2020 Elazığ ve yine 2020 İzmir depremlerine, aralarda yaşanan ve depreme bağlı olmayan bina çökmelerine, heyelanlara ve su taşkınlarında ortaya çıkan can ve mal kayıplarına bakacak olursak, Türkiye’de afet risklerinin azaltılmasına dönük hiçbir somut gelişme yaşanmadığını görebiliriz. Neden? Alınan kararlar ve yürürlüğe konulan tedbirler mi yanlıştı? İlkesel anlamda kesinlikle hayır! Alınması gereken kararlar alındı.

Peki hata nerede? Hata tamamen uygulamada. Nasıl mı?

1. Öncelikle deprem yönetmeliği doğru uygulanmıyor. Özellikle zemin etütlerinin yapılmasında modern bilimsel yöntemler kullanılmıyor. İmara açılacak arazilerde basit ve ucuz birkaç sondaj çalışması ile zeminin geneli hakkında fikir sahibi olunuyor. Çoğu binanın temeli zemine ve bina statiğine uygun değil. O nedenle bina sağlam bile olsa deprem nedeniyle yan yatıyor. Yapılması gereken, belediyelerin, üniversitelerin ilgili akademik birimleri ile birlikte güncel jeofizik teknikleri kullanarak imara açılacak arazilerde kapsamlı etüd çalışmaları yaparak zemin özelliklerini en doğru şekilde ortaya çıkarması ve yapılacak inşaatlarda buna uygun standartları şart koşmasıdır.

2. Yapı denetimi sorunludur. Yapı denetimi yapan firmalar aslında müteahhit firmaların yan kuruluşları. O nedenle birçok kusur görmezden gelinebiliyor. İnşaatın her aşaması en ince ayrıntısına varana dek incelenmesi gerekirken çoğunlukla başta alınan numuneler ve yapılan gözleme dayalı incelemeler, inşaatın sonraki aşamaları için de kıstas kabul ediliyor. Yapılması gereken, bina denetiminin halk adına belediyeler tarafından yapılmasını sağlayacak yasal düzenlemelerin bir an önce hazırlanmasıdır.

3. Müteahhitlik, Türkiye’de en kolay yapılabilecek mesleklerden biridir. Müteahhit olmak için devletin denetimine tabi bir okuldan mezun olma zorunluluğu bulunmamaktadır. Parası olan, belediyeye başvurup, ruhsat alıp inşaata başlayabilmektedir. Halbuki, bir bina projesinin gerçek sahibi o projeyi çizen mimar olmalı ve bina o mimarın adıyla anılmalıdır. İlk bakışta basit gibi görünen bu yaklaşım gerçekte insan yaşamı ve kalitesi açısından çok önemlidir. Adıyla yaşayacak bir eserin sahibi hiçbir zaman eserinin kötü olmasını istemez. Her zaman daha iyisini yapmak için kendisini geliştirir.

4. Kentsel dönüşüm projeleri en kısa sürede hayata geçirilmelidir. Bu konu da diğerleri gibi tamamen merkezi yönetimin inisiyatifinde olan bir konudur. Konuyla ilgili yasal düzenlemeler ivedilikle yapılmalı, deprem vergisi adı altında oluşturulan fon bu konuya kaynak oluşturacak şekilde çalışmalara başlanmalıdır. Hiçbir vatandaşın hakkı yenmeden, mağdur edilmeden, kendilerine ek bir maddi külfet getirilmeden güvenli konutlara nakilleri sağlanmalıdır. Risk altındaki bölgelerde yeni yapılaşmalara izin verilmemelidir. Ülkenin mevcut kaynakları tümüyle bu konuya sevk edilmeli, aciliyeti olmayan yatırım projeleri en az 10 yıl süreyle askıya alınmalıdır.

5. Benzer şekilde, ülkenin riskli bölgelerde yer alan stratejik tesisleri de (rafineri, fabrika gibi) deprem ve diğer afet riskleri açısından güvenli olan bölgelere taşınmalıdır. Risklerin belirlenmesi konusunda yürütülecek bilimsel ve akademik çalışmalar teşvik edilmelidir. Risklerin ve bunlara yönelik çözüm önerilerinin oluşturulmasında bölge insanlarının görüşlerine mutlaka yer verilmelidir.

6. Afetler en çok gelişmekte olan ülkelerde kayıplara yol açar. İstatistikler afetlerin en çok gelişmekte olan ülkelerde can ve mal kaybına sebep olduğunu ortaya koymaktadır. Bunun en temel nedeni ise, ne yazık ki bu tür ülkelerde demokrasinin tesisinde yaşanan aksaklıklar ve yönetim anlayışına egemen olmuş yolsuzluklardır. Bu bizim kaderimiz değildir. Olamaz da! Kültürümüzde var olan demokrasiyi en iyi şekilde tesis etmek ve yolsuzlukları yok etmeliyiz. Devlet insan için vardır. Devleti kuran toplumdur. Devlet yönetimi toplumu olması gereken en iyi konuma taşımak üzere çalıştırılması gereken bir kurumdur. Bunu da yapacak olan halkın temsilcileri olan seçilmişlerdir. Seçilmişler belli bir süre için kendilerini seçen halka hizmet etmek üzere görev almış olan temsilcilerdir. Efendi değildirler! Bu görevlere talip olanlar da, onları seçenler de bu bilinçte olmak zorundadırlar. Görev sırasında kusur işleyen hesap verebilmeli, onu göreve getirenler de hesap sorabilmelidir.

7. Sürdürülebilir bir ekonomi için afete dirençlilik şarttır. Afete dirençli ülke olmak için gelişmiş ve zengin olmak gerekli değildir. Aksine zengin ve gelişmiş bir ülke olabilmek adına afete dirençli bir ülke konumuna gelebilmek bir ön şarttır. Yaşanan her afet, büyüklüğüne göre artan miktarlarda can ve mal kaybına neden olmaktadır. Afet sonrasında, rehabilitasyon çalışmaları için çok büyük bir maddi kaynak gerekmekte ve bu da konan yeni vergilerle vatandaşa ve hatta doğmamış nesillere dek uzanabilen maddi yüklere neden olmaktadır. Halbuki, akılcı yöntemleri uygulayarak afete dirençli ülke konumuna ulaşmış toplumlar kaynaklarını gelecek nesillerinin daha refah bir hayat sürmesi ve varlıklarının güçlü bir şekilde devamı adına kullanabilmektedirler.

8. Krizler bazen fırsatları da beraberinde getirebilir. Dönüşüm için çalışan ülkelerde oluşabilecek afetler ortaya çıkan zararın telafisi konusunda akılcı projeleri uygulamaya koyabilirlerse, afet bölgesinde daha güvenli bir yaşam koşulu tesis edebilirler. Bunun için afet bölgesinin afete neden olan hadise açısından detaylı bir analizi sonrasında yapılabilecek doğru uygulamalar belirlenmelidir. Bunlar arasında, inşaat kalitesinin yükseltilmesi, alt yapının güçlendirilmesi veya bölgenin tümüyle güvenli bir yere nakli gibi çözümler devreye sokulabilir. Sonuç olarak, afete hazır bir toplum ve afete dirençli bir ülke olmak yolunda her vatandaşa düşen sorumluluklar bulunmaktadır. Öncelikle, yaşadığımız konutların manzarasından ziyade, kalite ve güvenliğini sorgulamalı ve buna göre konut tercihlerimizi belirlemeliyiz. Yaşadığımız ve içinde bulunduğumuz mekanların yapısal olmayan risk faktörleri açısından değerlendirmesini yapmalı ve bizleri bekleyen tehlikeleri belirleyerek (üzerimize devrilebilecek veya kaçış yollarını kapatabilecek eşyalar gibi) bunları bertaraf etmeliyiz. Konutlarımızı doğal afetlere yönelik sigorta ettirmeliyiz. Sigorta firmaları sigorta primi belirlerken risk analizi yaparlar. Bu da haliyle inşaat kalitesine ve bölgenin afetselliğine bağlıdır. Bu nedenle afete dirençliliğin gelişmesi adına doğal afet sigortacılığının ve kapsamının genişlemesi çok yararlıdır.

Prof. Dr. Erdem açıklamalarının sonunda; “Herhangi bir afet anında nasıl davranmamız gerektiğini, içinde bulunduğumuz mekanları nasıl terk etmemiz gerektiğini, çevremizde bulunan ve afetlerde hassa grupları oluşturan, çocuk kadın, yaşlı ve engelli bireylere nasıl destek olabileceğimizi öğrenmeli ve bunları alışkanlık haline getirmeliyiz. Bizi devlet yönetiminde temsil eden seçmiş olduğumuz temsilcileri, faaliyetleri açısından denetlemeliyiz. Halkın yararına olan faaliyetleri desteklemeli, olmayanları ise eleştirmeli ve onaylamamalıyız. Herkese afetsiz günler diliyorum. Sevgiyle esen kalın” ifadelerini kullandı.