Ben Kıbrıslıyım. Güneye geçebilenlerinden. Ara sıra duyduğum kadarı ile Kıbrıslı olmanın belirleyici unsuru buymuş, Güney’e geçebilenler ‘gerçek’ Kıbrıslı, geçemeyenler gerçek olmayan Kıbrıslılarmış. Üniversite sınıflarında bile burada doğup büyümüş, kendini Kıbrıslı ifade eden gençlere ‘senin annen baban Türkiyeli, o zaman sen Kıbrıslı değilsin’ diyebilen ve genci bir kimlik bunalımına düşürerek aidiyetini sorumsuzca laflarla elinden alabilen hoyrat ‘hocalar’ olabiliyormuş.

Ancak benim de Kıbrıslılığım şaibeli. Kıbrıslılık diğer milliyetçilik modelleri gibi çok talepkar, çok sınırlayıcı ve de çok dışlayıcı. Milletin kadınlarının bedenlerinin millete ait olması baskısından soyutlanmış bir milliyetçilik değil Kıbrıs’taki milliyetçilik de. Özellikle aşırı milliyetçi, kapalı ve muhafazakar ‘solumuzun’ içindeki çok ‘adam’a göre benim Kıbrıslılığım da kirli bir Kıbrıslılık. Evlilik bağı kurarak devletin istediği aşk modeline uymuş olmam yetmedi, o bağı kurmuş olduğum adamın ve o evlilikten doğmuş olan çocuğumun ‘orijinal’ olmamasından dolayı özür dilemem beklendi hep. Benim yerime özür dileyenler olmadı da değil. Ne de olsa kadın bedeni milletin önde gelen adamlarının onayına tabi olmak zorundadır. Olmayınca da adamdan adama ve kadınlardan adama ataerkil yapının gerektirdiği noktalarda özürleri seyrettim hep, çokça rahatsız olarak ama ifadelendiremeden. Amerika’nın beyaz ırkçılarından farklı değiliz bu konuda, 60’ların öncesinde orda da kime aşık olabileceğiniz milleti kurgulayanlarca belirleniyordu, beyazla siyahın aşkı, olmaması gereken bir aşk biçimiydi. Kimi seveceğiniz dikte ediliyordu orda da. Hala bugün var olan kadınla kadının erkekle erkeğin aşkının da kabul edilir bir biçim olmaması gibi.

Kıbrıs’ta ırkçı söylemlerin ve ötekileştirmelerin derinleşmeye başladığını gördüğüm yıllarda daha gençtim. Yirmili yıllarımın ilk yarısındayım. Amerika’dan tatile geldiğimde Türkiyeli göçmenlerle ilgili söylenenleri duyduğumda, ‘onların kültürel olarak sorunlu olduklarını’ duyduğumda, ‘bizim insanımızın bir başka olduğunu, temiz ve iyi’ olduğunun söylendiğini duyduğumda bu yaklaşımları dehşetle karşılıyor, Amerika’da Latinolara özellikle Meksikalılara karşı geliştirilen ve ırkçılık olduğu artık kitap tanımı haline gelmiş olan söylemlerle tıpatıp örtüşmesinin verdiği panikle çevremdeki insanlara bu yaklaşımların neden sorunlu olduğunu anlatmak için çırpınırken buluyordum kendimi. Yakın ve uzak çevremdeki insanlardan aldığım klasik bir cevap vardı o dönemlerde, ‘senin eşin Türkiyeli olduğu için biraz şeysin bu konularda’. Bu şey’in ne olduğu hiçbir zaman tanımlanmadı, sadece sahip olduğum bu şeyin iyi bir şey olmadığı dudakların aşağıya doğru sarkıtılmasıyla bana anlatıldı. Ama dedim ya gençtim, ‘neyim?’ diye sorup üsteleyemiyor, bir şekilde ötekileştirici, dışlayıcı ve insanlığından çıkarıcı olan bu söylemlerin yanlış olduğundan emin olsam da sesimi bulamıyordum. Daha çok, şey olmamaya ve bu insanların yaklaşımlarını anlamaya çalışıyordum.

Yıllar içerisine tanıştığım insanlar, başımdan geçen tecrübeler, okuduklarım, izlediklerim, gördüklerim sonucunda ırkçılığın temellerini, söylemlerini, kendini meşrulaştırma biçimlerini derinlemesine fark ettim. Karpazlı bir arkadaşım Kıbrıs’ta büyümüştü, Kıbrıslı hissediyordu ama ailesi Türkiye’den 1975’te geldiği için herkes ona Kıbrıslı olmadığını telkin ediyordu. Türkiye’ye yerleşti, buradan ayrıldı, bu sefer de herkes ona Türkiyeli değil Kıbrıslı olduğunu söyledi. O ‘hiçbir yere ait olamamak’ diyor buna. Bense ondan biraz daha farklı ifade ediyorum bu tanımı. Her yerli ve hiçbir yerliyiz biz, diyorum.

Oğlumun gülen yüzüne bakıyorum. Kendini sevindiren bir şey olduğunda attığı kahkahanın sesi kulaklarımda yankılanıyor her daim. Keman sesi duyduğunda dolan gözleri ve aşağı doğru büzülen dudağıyla, küçücük elini kalbine yerleştirerek ağlamaklı bir sesle bana ‘bu müzik buramı ağrıtıyor’ diyerek kemanın sesini ruhunda duyduğunu anlattığı günü hiç unutamıyorum. Feminist kalbimi kırmamak için sosyal çevresinde öğretilen tüm zıt görüşlere rağmen bana ‘kızlarla oğlanlar arasında fark yoktur biliyorum’ dediğinde hassasiyetlerime gösterdiği demokratik saygı hep gülümsetiyor beni. ‘Orijinal Kıbrıslı’ sayfalarında ari Kıbrıslılığı yerlere göklere sığdıramayan tanıdıklarım ne zaman çocuğumun yanına yaklaşsa ‘öteki’ olan çocuğumu insanlığından çıkarma kabiliyetlerinden, dışlayıcılıklarından, ‘orijinal’ Kıbrıslı bir çocuk kadar sevebilmenin kuşkulu olduğundan bahseden insanlara karşı hissettiğim tedirginliğin boyutlarını anlayabilir misiniz? Ya genlerinde ‘bir parçacık da olsa Kıbrıslılık’ olması hasebiyle tamam olduğunu düşünenler? Onlar da eşit derecede tedirginlik veriyorlar ve törpülüyorlar ruhumu.

Çocuk umuttur demişler. Tedirginliğimi ortadan kaldıran gene nevi şahsına münhasır oğlum oldu. Geçen kış, bir gün parlayan gözleri ile okuldan geldi ve bana okul tiyatrosunda başrol oynayacağını söyledi. Rolünün de Korsan ‘Blackbeard’ olduğunu söyledi. O an çok da büyük bir sembolik anlamı olmadı benim için.

Rolüne çalıştığı, hep bunu düşündüğü günlerden birinde bolca Kıbrıslı’nın olduğu bir ortama gittik. Kendisiyle sohbet edenlerle konuşurken konu kaçınılmaz olarak tiyatroya ve rolüne geldi. Birisi ona hangi rolü oynayacağını sordu. Türkçe konuşan insanların arasında olmasından olsa gerek tercüme etme gereği duydu ve ‘ben karasakalım’ dedi. Birden grupta bir sessizlik oldu ve herkes dönüp Hür’e baktı. En az üç ülkede yaşamış, sevgi biriktirmiş, hatıra biriktirmiş, kendi ekseninde sahip olduğu çok kimlikliliği ile oğluma baktım. İlk bakıcıları arasında Zimbabweli bir kadın, Hintli bir adam, okul öncesinde en iyi arkadaşı siyah bir kız çocuk olan, çevresinde engellilerle büyüyen, en sevdiği insanlar arasında LGBTQ bireylerin olduğu, yanlarında oturup onlarla konuştuktan sonra çocukların işçi olmasının nasıl bitebileceğini soran bu Hür çocuğa baktım. Bu adada yetişkin olarak yaşamış ama bunca çeşitliliği sevebilmeyi hiç tecrübe etmemiş bir takım insana rağmen daha altı yaşında nasıl engin bir hürriyete sahip olduğunu fark ettim. Oğlumun bir yarısının Türkiyeli olmasının beni şey yapmadığını, şey olmamdan dolayı sevgimi ‘orijinal Kıbrıslılarla’ sınırlayacak kadar yoksun ve limitli olmadığımı gördüm. Bu bana yıllar önce atfedilen şey olma halini tanımladım bir anda: inanı insan olarak kabul etmek ve milletine bakmadan insanları değerlendirebilmekti benim şey olma halim. Bu tanımsız şeyi tanımlayamayanların neden tanımlayamadıklarını anladım ve bu şey olma halinin bir kazanım olduğunu gördüm. Kıbrıs’a döndüğümden beri de çevremde benim gibi şey olan insanlarla sarmalanmış olmanın huzurunu ve güvenini yaşadım.

‘Karasakal’ olmasından dumura uğramış şekilde Hür’e bakan gözleri seyrederken birden bir kahkaha patlattım. Hür oğlumun sevgi dolu küçücük ellerini avuçlarıma alıp dudaklarıma götürdüm ve onun tüm pozitif enerjisini yüreğime kattım.

Bu yazıyı sekiz yıl kadar önce kaleme aldım. Ben, kucaklayıcı olacağına inandığım solcu liderliklerin adaletsizlikleri süreklileştirmesinden dolayı Adayarısı’ndan çıktım. Annesinin uzak kalma zorunluluğu, yazının konusu olan çocuğu, hiç istemediği halde Adayarısı’ndan uzaklaştırdı ama burada sözü edilen ötekileştirmelerden uzak büyümek şansını da kendisine verdi. Ama orada yaşamak durumunda olan çocuklar ötekileştirilmeden, kabul edilerek büyüyebilmeli Adayarısı’nda. O sebeple bu yazı yeniden, solun samimiyetsiz kucaklayıcı söylemleri altında hala durmaksızın ötekileştirilen çocuklar için yayına verilmiştir.