POLİS İŞKENCE YAPARKEN NEDEN ÇOK RAHATTIR?
KKTC’de polis karakollarında işkence yapılabilmesindeki etkenlerin neler olduğu, buna imkan yaratan fiili ortamın yapısı ve tabii ki bu anlamda hukuki manzaranın görüntüsünü anlatmak gerekir.
YASAL DURUM
KKTC Mevzuatı içerisinde Ceza Kanunu da dahil “İşkence” kelimesinin geçtiğ veya işkenceyi suç olarak düzenleyip cezalandıran özel veya genel herhangi bir yasal düzenleme yoktur. Sadece Anayasa’da genel anlamlı bir kelime olarak kullanılmaktadır, o kadar.
İşkence konusu tabi olduğumuz Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) ile diğer bazı uluslararası sözleşmelerde geçmektedir. Ancak mecliste onaylanan bu uluslararası sözleşmelerin gereği olan hiçbir yasal ve idari düzenleme yapılmamıştır.
Uluslararası sözleşmeler, bir anlamda evrensel hukuk değerleri ve ilkelerinin somutlaşmış yazılı belgeleridir. Bir hukuk sisteminin meşru olarak nitelendirilebilmesi için evrensel hukuk değerleri ve ilkeleriyle uyumlu olması gerekmektedir. Bu uyumun bizdeki hukuk siteminde tamam olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim.
Birleşmiş Milletler tarafından 1984 yılında kabul edilen “ İşkence ve Diğer Zalimane, İnsanlık Dışı veya Aşağılayıcı Muamele ve Cezanın Önlenmesi Sözleşmesi”ni KKTC Meclisi 2004 yılında onaylamıştır. Bu uluslararası sözleşme onaylanıp iç hukukun bir parçası haline getirilmiş olmasına rağmen sözleşmede işkence yapılmasını önlemek için devlete atfedilen etkin yasal, idari, hukuki ve diğer tedbirleri alma ödevinin hiçbiri yerine getirilmemiştir. Belli ki bu sözleşmeyi KKTC “Sırf dostlar bizi alış-verişte görsün ve bizim işkenceye karşı duyarlı olduğumuzu zannetsinler ” diye kabul etmiştir. Yoksa aradan geçen 8 yıla rağmen insanlık adına en azından tek cümlelik bir yasal değişiklik olsun yapılmaz mıydı?
İktidarların ihtiyatsızlıkları ve umursamazlıkları nedeniyle bu ülkede insanlar işkenceye açık bir ortamda yaşamaya, polis soruşturması yanında kötü yaşam ortamı nedeniyle (Cezaevi binasının fiziki yetersizliği, yaşam alanlarının kötü yapısı, ıslah faaliyetlerinden yoksunluk, yargısız infazla hücre hapsi verme gibi) cezaevinde dahi işkence çekmeye mahkum olabilmektedir.
Bu konuda söylenebilecek en net cümle “İşkencenin önlenmesi konusunda kuzeydeki iradenin isteksiz, basiretsiz ve ürkek davranması işkencecilerin varlığını devam ettirmelerine imkan yaratmaktadır.” Bu anlayış, işkenceye zımnen onay veren bir devlet görüntüsünü anımsatmaktadır.


ADLİ YARDIM – ZORUNLU AVUKATLIK
KKTC Anayasası hazırlanırken en uzun tartışmalardan biri de, sanık hakları ve karakollarda polisin yaptığı insanlık dışı davranışlar konusunda yaşanmıştır. 1984 Anayasa Komite Tutanaklarına bakıldığında geçmişte polis karakollarında ciddi anlamda ve yaygın bir şekilde dayak olaylarının yaşandığından bahsedilmektedir. Tutukluların avukatla görüştürülmesinde dahi sorunlar yaşandığı ve bunun düzeltilmesi gerektiği üzerinde uzun uzun tartışmalar yapılmıştır. Tutanaklara bakıldığında bazı komite üyelerinin bizzat polisin gazabına veya şiddetine uğradığından bile bahsedildiğini görürüz.
Bu tartışmalar içerisinde adli yardım konusu da yer almış ve 1985 yılında yürürlüğe giren KKTC Anayasası’nın 17. ve 18. maddelerinde bu konuda önemli düzenlemeler yapılmıştır.
Anayasa Madde 17 (3) (ç) :
“Kendisinin veya yakınlarının seçtiği bir hukukçu tutmak ve adaletin sağlanması için gerekli görülüyorsa, yasanın gösterdiği şekilde kendisine parasız bir hukukçu atanması”
Anayasa Madde 18 (5) (c) :
“Kendi kendini bizzat veya seçeceği veya eğer yeterli maddi olanaklardan yoksun bulunuyor ve adaletin sağlanması için gerekli görülüyorsa, kendisini parasız olarak atanacak bir hukukçu aracılığı ile savunmak”
Yukarıdaki anayasa düzenlemelerine göre adli yardım müessesesinin kurulması öngörülmekte ve devlet tarafından sağlanacak bu hukuki yardımın hangi yöntemle yapılacağı konusunda bir yasanın yapılmasına işaret etmektedir. Ne acıdır ki aradan 27 yıl geçmiş olmasına rağmen bu konuda herhangi bir yasa yapılmadığı için adli yardım kurumu da havada kalmış, gerçekleştirilememiştir. Anayasal bir hak, vurdumduymaz birçok iktidarlar sayesinde hayata geçirilememiştir. Bu yüzden birçok ağır ceza sanığı KKTC Mahkemeleri’nde avukatsız olarak yargılanıp hapse gönderilmekte, ve halen de gönderilmeye devam edilmektedir. Bunun yanında çok ciddi suçlardan gözaltına alınan kişilerin avukattan yoksun bırakılarak hukuki korumadan mahrum bir ortamda sorgulama cenderesinden geçirilmelerine devam edilmektedir.
İngiliz Dönemi’nden kalan bir kanun gereğince sadece müebbet hapislikle yargılanan kişilere mahkeme zorunlu olarak avukat tayin etmektedir. Bu tayin ise tutukluluk safhasını içermemektedir.
Adli yardım ve zorunlu avukat tayini olmadığı için tutuklu kişiler zaman zaman polisin elinde çeşit türlü insanlık dışı muameleye tabi olmaktadır.
Bir başka önemli kural ise Anayasa’nın 16(5) madde fıkrasıdır. Burada “Yakalanan veya tutuklanan herkese, yakalanmasını veya tutuklanmasını gerektiren nedenler, yakalanması veya tutuklanması sırasında anladığı dilde bildirilir ve herkes, kendisinin veya yakınlarının seçtiği bir hukukçunun hizmetinden derhal yararlandırılır” denmektedir. Daha önce belirttiğim gibi böyle emredici bir anayasal kural olmasına rağmen bu kaideye fiiliyatta uyulduğunu söyleyemeyiz. Uyulmasını bir yana bırakın bu kuralın gerçekleşmemesi için Polis Genel Müdürü, tüm karakollara yazılı emir vererek “Hava karardıktan sonra” tutukluların avukatla görüşme yapmasını yasaklamıştır. Tüm sözlü ve yazılı uyarılarıma rağmen hiçbir makam bu konuda kılını kıpırdatmış değildir. Bu emir KKTC Anayasası ve iç hukukumuzun bir parçası olan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin üstünde değer bulmakta ve yürürlüğüne kimse engel olamamaktadır. Bu emir bütün demirleri kesmiştir. Hukuk mantığı dışında anormal bir durum maalesef bu ülkede statüko halini almış bulunmaktadır.

ADLİ TIP KURUMU
Halen ülkemizde bir Adli Tıp Kurumu yoktur. Adli Tıp doktoru ise bugüne kadar yoktu ve 2012 yılında ilk kez bir tane kadrolanarak devlet hastanesinde göreve başlamıştır.
Adli olaylarla ilgili inceleme yapacak hiçbir bağımsız kurum veya laboratuar ülkemizde bulunmamaktadır. Her türlü adli inceleme, büyük eksikliklere rağmen polis örgütüne mensup veya devlet kadrolarındaki diğer bağlı memurlarca yapılmaktadır.
Bağımsız Adli Tıp Kurumu’nun olmaması insan hakları açısından büyük bir handikap yaratmaktadır. Çünkü işkence vakalarında muayene, tıp uzmanının kontrolünde özel olarak yapılmalı, muayene sırasında polisler ve diğer hükümet görevlileri bulunmamalıdır. Yapılan muayene sonucunda hazırlanan teferruatlı rapor, işkence mağduruna veya temsilcisine de derhal verilmelidir. Bizdeki uygulamada ise işkence iddiası karşısında mahkeme muayene olmak üzere ilgili kişiyi hastaneye sevk eder ve oradaki muayene polis kalabalığının ortasında basit bir doktor tarafından gerçekleştirilir. Doktor, devlete bağımlı olması bir yana, tarafsız ve yetkin olmayan, polislere karşı da fiilen savunmasız bir kişidir.
Ayrıca gözaltına alınan kişiler herhangi bir sağlık muayenesinden geçirilmeden hücrelere konmakta ve tutukluluğu süresince böyle bir işleme tabi olmamaktadır. Avukatının talebi veya çok ciddi sağlık sorunlarının yaşanması halinde ancak tutuklu kişi bu tür tıbbi kontrol şansı bulabilmektedir. Bu kontrollerin de uluslararası kurallarla uygun yapılmadığını, genel bir muayeneden öteye geçmediğini belirtmek isterim.
Oysa sorgulama başlamadan ve hatta karakola götürülmeden önce her zanlının mutlak surette sıkı bir sağlık kontrolünden geçirilmesi ve bu konuda rapor tanzim edilmesi gerekir. Bu uygulama bugün birçok ülkede mevcuttur. Bizde ise gözaltına alınan kişi doktor yüzü görmeden doğrudan hücreye indirilmektedir.
Sağlık kontrolü yapılmadığı için tutukluların üzerinde oluşan darp, yara ve bere görünümlü izler münakaşaya ve mahkemelerde tartışmalara sebep olmaktadır. Kati bir tıbbi rapor noksanlığı nedeniyle bu tür izlerin oluş sebepleri için farklı iddialar ortaya atılmaktadır.
Müvekkilinin tutuklu iken yumruk yediğini, sorgulanırken darp edildiğini, kafasının hücre demirlerine vurulduğunu ve benzeri iddiaları avukatlar ortaya koyarken polisler ise bu tür izleri “ayağı kayıp düştü”, “hücreden çıkarılırken yanlışlıkla demirlere çarptı”, “isteyerek kendi kendini yaraladı”, “kelepçe takarken zorluk çıkardı” gibi sebeplere bağlamaktadır. Tıbbi anlamda kesin kanıt yetersizliği nedeniyle bu anlamda polisler aleyhine karar almak neredeyse imkansız olmaktadır.

POLİS KARAKOLLARI
Karakolların en üst amiri bir tümgeneraldir. Tüm polis birimleri genel müdürlüğe, genel müdürlük ise askeri komutanlığa bağlıdır. Her karakolun askeri emirlere uyma mükellefiyeti vardır. Demokratik ve hukuk kaidelerine uygun olmasa da ülkedeki karakol yapısı böyledir. Verilen her emir askeri vesayet nedeniyle sorgusuz uygulanmak durumundadır. Emrin yasalara aykırı olması halinde dahi polis memurunun buna ses çıkartması mümkün değildir.
Tutukluların veya gözaltına alınan kişilerin gözetim ve sorgulama yeri genellikle karakollardır.
Karakollarda yapılanları incelemek ve varolan şikayetleri değerlendirebilmeye imkan sağlayacak nitelikte hiçbir kayıt sistemi yoktur. Dış ve iç güvenlik bir yana tutuklulara insan haklarına uygun davranılmasını kontrol edecek kameralar bulunmamaktadır.
Sorgulamalar ses veya görüntü kaydının olmadığı bir ortamda yapılmaktadır. Zanlıya vuku bulacak yasa dışı bir davranışın ıspatına yarayacak kayıt bulmak bu sebepten ötürü mümkün değildir.
Hücrelere giriş ve çıkışlar tamamen polisin kontrolünde tutulan defterlerde görülebilmektedir. Gerçekte saat 18:15’de hücreden çıkıp sorguya alınan bir kişinin kayıt defterine bu saat, sabah 09:00 olarak yazılabilmektedir. Çünkü bu kaydın yazılması oradaki polisin kontrolünde olup bunu takip edecek veya denetim altında tutacak başka bir teknik sistem bulunmamaktadır.



SORGULAMALAR VE İFADE ALMA YÖNTEMİ
Sorgulamalar tamamen polisin hakimiyeti altında yapılmaktadır ve sorgu esnasında tutuklunun hukuki yardım alma imkanı yoktur. Avukat talep etse dahi sorgu ve ifade verme sırasında müvekkilinin yanında ona hukuki yardım sağlayabilmesi mümkün değildir. Bu uygulamanın çağdışı ve insan haklarına aykırı olduğu tartışılamayacak kadar nettir.
Polis dilediği zaman tutukluyu sorguya alabilmektedir. Tutuklular gece yarısı saat 23:00’te yatırılıp tekrar uykudan kaldırılarak sabaha doğru saat 03:00’te sorguya alınabilmekte, bu sorgulamalarda zanlı tek başına polislerin keyfine bağlı olarak sorgulanabilmekte, zanlının avukatıyla görüşmesine engel olabilmek için bir karakoldan diğer karakola nakledilebilmekte, tutuklunun avukatıyla görüşü engellenebilmekte ve daha bir çok sanık haklarını hiçe sayan uygulama yapılabilmektedir.
Sorgu ve ifade alma prosedürü İngiliz Hukuku’nun 19. yüzyıl sonları ile 20. yüzyıl başlarında kabul ettiği kurallara dayanmaktadır. Ancak İngiltere bu kuralları gelişen insan hakları ve uluslararası hukuk ışığında yarım yüzyıl önce terk etmiş bulunmaktadır. Biz ise hala 19. yüzyıl kurallarıyla 21. yüzyılda sorgulama işlemi yapmaktayız. 1929 yılında yürürlüğe giren Ceza Mahkemeleri Usul Yasası halen güncellenmemiş olarak polislerin hükümranlığına imkan sağlayacak şekilde uygulanamaktadır.
1962 yılından beridir iç hukukun parçası haline gelmiş olan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin “Adil Yargılama” başlıklı 6. maddesi ve buna bağlı AİHM kararlarına tamamen ters bir sorgu ve ifade sistemine sahip bulunmaktayız. Ülkemizdeki bu sistemin adil yargılama ilkelerine aykırı olduğu somut olarak “Elawa v. Turkey” davasında tespit edilmiştir. KKTC’de avukat huzurunda yapılmayan sorgulama ve ifade alma işlemlerinin açıkça insan haklarına aykırı olduğu bu kararla hüküm altına alınmıştır. Bu bağlayıcı karara rağmen siyasi iradede bunu düzeltecek hiçbir hareket oluşmamıştır.
Hukukçudan yoksun olarak her türlü şiddete ve iradeyi sakatlayıcı harekete açık halde bulunan tutukluların attıkları (Veya atmak zorunda kaldıkları) bir imza, mahkemelerce kesin bir itiraf olarak kabul edilmekte ve hapsi boylamalarına yeterli olabilmektedir. Hele sanık avukatsız ise bu imzanın bedeli çok daha ağır olabilmektedir.
Sanığın polisteki ifadesini mahkemede reddetme şansı da çok azdır. Çünkü mahkemeler poliste verilen bu ifadeleri reddedilseler bile kesin delil olarak kabul etmektedir. Bugüne değin poliste verilen itiraf içerikli ifadelerin (Gönüllü İfade) birçoğu mahkemede çeşitli sebeplerden ötürü (Dayak, işkence, vaad, hile, tehdit, vb..) sanıklarca kabul edilmemiştir. Ancak köhnemiş ve garabet halini almış eski hukuki kurallar nedeniyle sanıkların verdikleri bu tür ifadeler mahkemelerce “Allah Kelamı” gibi değer bulmak durumunda kalmakta ve sırf bu ifadeler nedeniyle birçok mahkumiyet kararları verilebilmektedir.
Sanığın tek şahidi kendisidir (Sorguda hukuki yardımcısı yok, mecburi sağlık kontrolü yok, kamera yok, ses kayıt cihazı yok,….) ve poliste uğradığı hukuk dışı davranışları mahkemede ıspat etmeye yarayacak başka hiçbir şeyi de yoktur. Karşısına ise, devletin polisleri (Duruma göre sayıları belirlenir), doktorları ve gerektiğinde bulunan başka kişiler ise şahit olarak çıkmaktadır. İddia makamının şahit çokluğu karşısında sanığın sözleri her zaman mağlup olmaya mahkum durumdadır!!

MAHKEMELER ve YARGIÇLAR
Anayasa gereği soruşturma nedeniyle tutukluluk süresi 3 ayı geçemez. Bu, insan hakları anlamında övünülecek bir hukuksal güvencedir. Özellikle son yıllarda Türkiye’deki tutukluluk uygulamalarının yarattığı şiddetli tartışmalara bakıldığında böyle bir anayasal düzenlemenin bizde olması büyük bir şanstır.
Adalet hakkında karar veren son makam olan yargıçlar, insanların haklarının korunmasında özel bir rol oynarlar. Uluslararası standartlara göre, bireylerin haklarının korunduğunu güvenceye almak yargıçların etik görevidir. Birleşmiş Milletler Yargı Bağımsızlığının Temel İlkeleri’nin 6. maddesi şöyle der: “Yargının bağımsızlığı ilkesi, yargı kurumlarına, yargılama sürecinin adil olmasını ve bütün tarafların haklarına saygı gösterilmesini sağlama yetkisi ve görevini verir”.
KKTC Anayasası’na göre gözaltına alınan her kişi en geç 24 saat içerisinde mahkeme önüne çıkarılmak zorundadır. İlk kez en fazla 3 gün, diğerleri da en fazla 8’er gün olmak üzere bir zanlı en fazla 3 ay süreyle tutuklu kalabilir. Tutukluluğun uzatılması için her seferinde mahkemeden emir almak gerekir (Tutukluluk duruşmalarına “Remand” adı verilir).
Tutukluluk amacıyla yargıç önüne getirilen zanlıya hakları konusunda herhangi bir uyarı ve telkin usulen yapılmamaktadır. Konunun ciddiyeti karşısında tutukluya bir avukat atanması veya tutuklunun avukatsız bırakılmaması gerektiği hususunda herhangi bir yargıcın emir veya direktif verdiğine ben bugüne değin rastlamış değilim. Dahası soruşturma maksadıyla avukatsız olarak yargıç huzuruna çıkan kimi zanlılar bazen baskıyla bazen de kendi isteğiyle önemli açıklamalar yapmakta ve bu açıklamaları hiçbir hukuki uyarı yapılmadan mahkeme kayıtlarına geçirilerek ileride sanık aleyhine delil olarak kullanılmaktadır.
Yargıç kendini sadece tutukluluğun uzatılması konusunda görevli addetmekte ama sanık haklarının uygulanması noktasında re’sen herhangi bir müdahalede bulunma noktasında görevli görmemektedir. Kısacası tutuklunun haklarının tesisi ve uğrayabileceği insanlık dışı bir davranışa karşı onu koruma ve bu yönde tedbir alma noktasında yargıç kendini otomatik olarak sorumlu tutmamaktadır. Bunun en önemli etkeni konu hakkındaki anayasal kuralların yasalarla şekillenmemesi, yargıçların –birkaç istisna hariç– kendilerini uluslararası hukuk kaidelerinden uzak tutması, uluslararası hukukun yargıçlara ödev addettiği “İnsan haklarını her ortamda koruyup kollama görevini” içselleştirmemeleri, gelişen insan hakları konusunda meslek içi eğitim almamaları ve devletin uluslararası tüzel kişilikten yoksun olup başka dış kurumların etkin denetimi dışında bulunmasıdır.

BAŞSAVCILIK
Anayasal bir organ olan Başsavcılık, ceza konularında Anglo-Sakson Hukuk Sistemi kurallarına göre işlem yapmaktadır. Ancak bizde savcılık kendini soruşturmalardan çok uzak tutmakta esasen kendini yasal soruşturma makamı olan polis tarafından hazırlanan dosyaları mahkemeye taşıyan bir makam olarak görmektedir. Kanuni hak ve yetkileri olmasına rağmen genelde savcılığın açılan soruşturmalara nezaret etmediğini ve bu hususta pek talepkar olmadığını görmekteyiz.
Savcılık teşkilatı polis örgütünden yasal anlamda kopuk bir vaziyettedir ve savcılığa organik olarak bağlı herhangi bir polis veya adli personel bulunmamaktadır. Kısaca söylemek gerekirse herhangi bir polis mensubu yasal olarak savcının emrine tabi bir statüde değildir.
İddia makamının mahkemelerde savunduğu ceza dava dosyalarının hazırlayıcısı polislerdir. Delillerin tedariki, ifadelerin toplanması, tanıkların tespiti, delillerin incelenmesi, zanlının sorgu ve ifade işlemleri, yazılı dava tebliği gibi nerdeyse tüm ceza dosyası işlemleri polislerce yapılmaktadır. Bu nedenle savcıların bel kemiği ve ceza davalarındaki her şeyi, ilgili polisler olmaktadır. Polisin eksik soruşturması veya küçük bir ihmali savcının davasında başarısız olmasına neden olabilmektedir. Görüleceği üzere savcılık makamının polis örgütüne karşı ciddi anlamda hukuki ve fiili bir muhtaçlığı söz konusudur.
Mesleki statüleri ve tecrübe eksiklikleri nedeniyle KKTC’deki savcıların bizzat soruşturma yapma noktasında yeterli ehliyetleri bulunmamaktadır. Karmaşık veya teknik konularda ise savcıların şahsen soruşturma yapması neredeyse imkansızdır.
Savcıların, etik sorumluluk ve görev anlamında, polisin yaptığı işkenceleri soruşturma ve yargılanmalarını sağlama ödevi bulunmaktadır. Birleşmiş Milletler Savcıların Rolüne Kılavuzluk Eden Kurallar isimli milletlerarası hukuki belgenin 15. maddesi şöyle der: “Savcılar hukuken yetkili oldukları veya ulusal hukuk geleneğine uygun olduğu durumlarda, kamu görevlilerince işlenen suçların, özellikle yolsuzluk, yetkinin kötüye kullanılması, ağır insan hakları ihlalleri ve uluslararası hukukun tanıdığı diğer suçların soruşturulması için gereken özeni göstermelidirler”.
Ancak bizde yapılan işkence şikayetlerinin neredeyse tümü sonuçsuz kalmakta, birçoğu hakkında etkin soruşturma dahi yapılamamaktadır. Çünkü işkence konusunda yapılan şikayet üzerine savcılık konuyu yine polise havale etmekte, işkence iddiası yapılan polisler hakkında soruşturma işi onların mesai arkadaşı olan diğer polislere verilmektedir. Bu nedenle polislerin, polis arkadaşları hakkında etkin ve sonuç alıcı soruşturma yapmasını beklemek, ancak aşırı iyiniyetli bir yaklaşım olabilir. Kuzey Kıbrıs küçük bir toprak parçasıdır ve insanlar birbirini yakınen tanımakta, yada herkesin bir başkasını tanıyan ahbabı mutlaka bulunmaktadır.
Oysa kurallarına hukuken bağlı olduğumuz uluslararası sözleşmeler ve hukuki mantığın göstergesi olarak, işkence iddiaları karşısında polis örgütüyle hiçbir ilişkisi olmayan, bağımsız bir kurum tarafından konunun derhal ele alınarak soruşturulması gerekir. Bu soruşturmanın da etkili ve kapsamlı biçimde yapılmasının işkence vakasının tespiti hususunda büyük bir önemi vardır.
İşkence olayını soruşturacak kişilerin bağımsız ve tarafsız olmaları yanında işkence konusunda yetkin olmaları, etkili bir soruşturma için gerekli her türlü maddi ve teknik kaynak da soruşturmayı yapan kişilerin kullanımına sunulmalıdır. Ancak KKTC’de ne bu tür bağımsız, tarafsız ve ehil bir kurum, ne de işkence konusunda polisler hakkında araştırma veya soruşturma yapabilecek yetkinlikte bağımsız kişiler bulunmaktadır. Eliniz mahkum, işkence yapan bir polisi yine meslekten arkadaşı olan diğer bir polis mensubu soruşturmak zorundadır.


POLİS MENSUPLARI
Polis Örgütü içerisinde soruşturma yapma ve insan hakları açısından bir uzmanlaşma söz konusu değildir. Soruşturma memurları olan polisler bu konuda ciddi ve ayrık bir eğitimden geçmedikleri gibi ihtisaslaşma yönünde de bilimsel eğitim almamaktadır.
Soruşturma araçları açısından ehil personel eksikliği yanında teknolojik imkanlar, sorgulama, suçluyu takip, delil incelemesi gibi tahkikat işlerini gerçekleştirmeye yardımcı olabilecek teknik yeterlilik, örgütte bulunmamaktadır.
Polis mensupları olumsuz çalışma ortamları nedeniyle (Uzak bölgeye nakiller, ücretlerin azalması, ek mesai ödeneğinin verilmemesi, normalden çok fazla çalışma saatleri, haksız terfiler, sendikasızlık gibi) de işlerinde gerekli verimi ortaya koyamamaktadırlar. Bugün barikat nöbetçisi olan polis mensubu yarın kendini soruşturma memuru olarak bulabilmektedir.
Tüm bu olumsuzluklar ve geleneksel alışkanlıklar nedeniyle işin kolayı olan “suçludan delile ulaşma yöntemi” ile soruşturmalar yapılmaktadır.
Bunun yanında örgüt içerisindeki çürük elmalar ve özellikle işkenceci ruh hastası polisler ayıklanmamakta, yeni gelen bu tür polislerle çürük sayısı daha da artmaktadır.

AVUKATLAR
Ülkede insan hakları bu kadar hiçe sayılırken genelde hukuk camiasının ama özelde ise avukatların bu konuda çok ciddi ses vermesi ve mücadele etmesi gerekmektedir. İnsan hak ve özgürlüklerinin savunucusu olması gereken avukatlara bu yönde çok iş düşmektedir. Ancak bu noktada avukatlar birkaç istisna hariç genelde suskun kalmayı tercih etmekte, yargıç önünde evrensel hukuk değerlerinin ve sanık haklarının yerine getirilmesi için ısrarcı olmamakta, ayrıca konunun derinliğine inerek gerekirse devlet kurumlarını insan hakları için karşısına almayı göze alamamaktadır. Avukatların sanık hakları konusundaki etkin mücadele zayıflığı ve eylemsel noksanlıkları, doğaldır ki işkencecileri daha da cesaretlendirmektedir.

BASINDA DAYAK VE İŞKENCE HABERLERİ
Adanın kuzey kesiminde 1974 sonrası kurulan fiili ancak hukuken tanınmamış bir yapının olumsuzlukları halen devam etmektedir. İnsan hakları açısından negatif bir durumda olduğumuz aşikardır.
Bahse konu polis-tutuklu ilişkilerinden doğan kötü muamaleler uzun süredir aralıksız olarak ülke gündeminde yer almaktadır. 1990 sonrası bu tür haberlerin artış göstermesi çok düşündürücüdür.
Bugüne değin yüzlerce benzeri haberler yayınlanmış olmasına rağmen Polis Genel Müdürlüğü’nden yada bir üst makamı olan Güvenlik Kuvvetleri Komutanlığı’ndan bu haberlere yönelik herhangi bir yalanlama yapılmamış, gazetelere tekzip gönderilmemiş veya dava açılmamıştır. Kısaca bu konuda suskun kalmak tercih edilmiştir.
İşkence yanında envai çeşit fiziki ve manevi şiddete dayalı bu davranışlar, önceleri küçük haberler şeklinde basına yansımaktaydı. Ancak Meclis Komite Raporu’nun kabulünden sonra dosya içerisinden elde edilen işkence mağdurlarının ifade ve fotoğrafları “Kıbrıslı” adındaki yerel bir basın organında günlerce manşet haber yapılmış ve bu haberler ülke gündeminde bomba etkisi yaratmıştır. Bundan önce Star Kıbrıs Gazetesi’nde çıkan “Cop Sokma” haberi de işkencenin varlığını deşifre eden önemli bir olaydı. Gazetedeki ifadelerin ve işkence görmüş insanların fotoğraflarının ayrıntılı olarak yayımlanması karşısında yetkili makamlar yine suskun kalmayı ve “sin da gulle geçsin” mantığıyla hareket etmeyi tercih etmişlerdir.
19 Temmuz 2011 tarihinde eylemsiz ve sessiz halde duran topluluğa polislerin saldırması ve kameralar önünde yumruklayarak keyfince dayak atması, toplumda infial yaratmış ve bu olay için günlerce protestolar yapılmıştır. Bariz şekilde masum insanları tartaklayıp yumruklayarak suç işleyen polisler hakkında herhangi bir ceza kovuşturması başlatılmamıştır.


SONUÇ
Tutuklanan kişilere haklarının bildirilmemesi, zorunlu avukatlık müessesesinin olmaması, zanlı ile avukat münasebetinin kurulmasına polisler tarafından engel çıkartılması, sorgu ve ifadelerin avukat yokluğunda yapılması, delilden sanığa değil de sanıktan delile ulaşmaya çalışılan bir soruşturma sisteminin olması, sorgu odalarında kamera bulunmaması, adli tıp müessesesinin olmaması, tutukluların rutin doktor kontrollerinin yapılmaması, şiddete yatkın polislerin varlığı, işkence iddialarına kayıtsız kalınması, soruşturma tekniklerindeki donanımın yetersizliği, polis örgütünün sivil denetimden yoksun olması ve anti-demokratik militarist bir yapıya sahip olması, işkence iddialarını soruşturacak tarafsız, bağımsız ve yetkin kişilerin olmaması, mahkemelerin sanık haklarının tesis edilmesi konusunda etken olamaması ve avukatların insan hakları konusunda gereken çabayı göstermemesi, bu ülkedeki işkence ve dayak olaylarının zeminini ve temelini yaratmaktadır.