İnsanlar Biraz Da Suçluluk Duyduğu İçin Dinle İlgileniyor

Orhan Pamuk, “Kafamda Bir Tuhaflık”ta sınıfsal bir roman ortaya koymuş. Köyden kente göçenlerin hikayesi bu. Gecekonduların dev binalara dönüşmesinin. İnsanların para kazanmak için onurunu geri plana atmak zorunda kalışının. Ama bozadaki alkolü de dert edinişinin: “İnsanlar acımasızca parasını ve binasını yüksetmeye çalışırken biraz da suçluluk duyduğu için dini bir konuyla ilgileniyorlar.”

Orhan Pamuk’un altı yıl aradan sonra yayımlanan yeni romanı “Kafamda Bir Tuhaflık” köyden kente göçenlerin İstanbul’da hayatta kalma mücadelisini ve ana kahramanı Mevlut’un bir düğünde görüp aşık olduğu kadına yıllarca mektup yazmasını ve yanlış kızı kaçırmasını konu alıyor. Hal böyle olunca da, romana Pamuk’un çok sevdiği temalardan suret, platonik aşk dahil oluyor. Yani aşk nedir, birini hayalinde canladırmak mı öyleyse ilişki bir şans, kısmet işi midir?

Ancak “Kafamda Bir Tuhaflık” sadece bununla sınırlı değil. Bu bir sınıf ve aile romanı. Orhan Pamuk’un “Nişantaşılı, burjuva yazar” diye tanımlayanlar ve romanlarının da böyle olduğunu sananlar çok şaşıracak ama bu böyle. Pamuk, “Kafamda Bir Tuhaflık”ta, 1950’lerde başlayan ve bugün tüm ülkeye, özellikle de İstanbul’a damgasını vuran, sadece fiziksel yapıyı değil kimsyasal dokuyu da değiştiren köyden kente göçenleri, onların hikayelerini ele almış. Bunu yaparken de romana muhafazarından solcusuna, Alevisi’nden sünnisine herkesi dahil etmiş ve kimseyi yargılamamış. Hatta Korkut’u bile. Çünkü Korkut, Pamuk, 301’den yagılanırken arabasını tartaklayanlardan olabilecek biri, bu özellikle sahip bir kahraman. Romanın ana kahramanı Mevlut ise, muhafazakar olmasına rağmen en yakın arkadaşı Alevi olan, ilk seçimlerde AKP’ye oy veren ama daha sonra vermeyen ve bunu gizleyen, şehrin rant kavgasıyla yitip gitmesini içine sindiremeyen ve ailesini saran bu rant kazancından vazgeçen kafası hülyalı, aşk ve mutluluk üzerine düşünen biri. Yukarıda anlattıklarımdan da anlayacağınız üzere, roman İstanbul’un her yanına yayılan rant memeselisini gecekondulaşma sürecinden itibaren ele alıyor. Yani cebinde tek kuruş olmadan, ekmek parası için şehre gelenlerin sokakta kalmamak için bir gecede yaptıkları gecekonduların birden ranta dönüşmesini ve bunun ardındaki mülkiyet paylaşımını... Ve tabi tüm bunların aile ve şehir kültüründe yarattığı ahlaki, kültürel, davranış değişikliklerini... Bu arada şunu da söyleyeyim, “Kafamda Bir Tuhaflık” Orhan Pamuk’un en kolay okunan romanı. Yani kimse “ayyy onu okuyamıyorum” demesin.



“Kafamda Bir Tuhaflık” köyden kente göç etmiş, şehrin kenar mahallerinde yoksulluk içinde yaşayan ve hayatta kalabilmek için günde 30 kilo yükle en az 30 km yürüyen yoğurtçuların, soğuk kış gecelerinde sokakları arşınlayan bozacıların, nohutçuların hikayesini anlatıyor. Ama siz hep “Burjuva yazar”, “Solcu olmayan yazar”, “Nişantaşı yazarı” olarak tanımlandınız hatta eleştirildiniz. Ama bu insanların hikayesini de siz yazdınız. Bu konuda bir şeyler söylemek ister misiniz?

Doğru benim için bu tür tanımlamalar yapıldı. Ama ben bu kalıpların dışındaydım. Nişantaşılı Orhan Pamuk bu dünyaya nasıl girecekti? Şunu söyleyeyim, bu yüzden bu kitap bu kadar uzun sürdü. Çünkü bu roman için tomarlarla röportaj yaptım. Fakat iş yazmaya ve röportajlardan edindiğim bilgilerle kahramanlarımı konuşturmaya gelince olmuyordu. Bir türlü onları konuşturamıyordum. Öyle ki, ilk iki yıl kimseyi konuşturamadım, sonra yavaş yavaş Mevlut’un dili çözülmeye başladı. Ama ne zaman ki romanda kullandığım teknik devreye girdi (yani araya üçüncü tekil şahıs bir anlatımın girdiği ve tüm kahramanların tek tek konuştuğu) o zaman rahatladım. O zaman diğer kahramanlar da Mevlut’e katıldı ve adeta önümde bir dünya açıldı. Şimdi onların her birinin sesini duyuyorum.

SAHA ARAŞTIRMALARI

Siz roman yazarken uzun, kapsamlı ve derin araştırmalar yapan bir yazarsınız. Mesela “Benim Adım Kırmızı”yı yazarken, o dönem Topkapı Sarayı Müzesi Müdürü olan Filiz Çağman’la da görüşmüştünüz. Filiz Hanım, bu görüşmenizi şöyle anlatmıştı; “Bana geldiğinde minyatür sanatı ve nakkaşlar hakkında bir profesör kadar bilgiye sahipti.” Bu romanın alt yapısında da büyük bir bir araştırmanın olduğu belli. Ne tür araştırmalar yaptınız?

Bu romana çook emek verdim. Zaman olarak, insan yatırımı olarak, yazar yeteneği olarak... Her anlamda. Bu kitabı ortaya koymak büyük işti. Araştırmalarım iki türlü oldu. İlki; şehrin çeşitli mahallerinde yürümek. Bu mahalleleri eskiden de bilir, buralarda yürürdüm. Ama şimdi dikkatli yürüdüm. Buraları da üçe ayırabilirim. Bir; romanda Duttepe, Kültepe diye bilinen Kuştepe, Harmantepe, Yahya Kemal mahallesi vd. Yani Okmeydanı’na kadar giden tüm tepeler. Buralarda artık gecekondu mahallelerinin izi kalmamış. Ama mülkiyet ilişkileri, kat yükseklikleri, eski binalar duruyordu. Diğeri yer Anadolu yakasıydı; Üsküdar, Ümraniye... Bir de dağınık yerler vardı; Sultanbeyli, Zeytinburnu, Gazi Mahallesi gibi. Mesela Zeytinburnu’nda elektrik tahsilatçılığı yapmış insanlarla görüştüm. Bu bölgelerin bazıları romana girdi, bazıları girmedi. Çünkü benim derdim tek tek şehrin tepelerini yazmak değil. Bu şehri, 1 milyondan 15 milyona çıkaranların gözünden İstanbul’u görmekti. Romancılık, kahramanların gözünden dünyayı görme hüneridir. Bu arada söylemek isterim ki, bu araştırmalarım sırasında pek çok insan bana yardım etti. Boğaziçi Üniversitesi öğrenci ve asistanları gibi. Şimdi bazıları ABD’de doktora yapıyor.



Yani sosyolojik saha araştırmaları yaptınız?

Sözlü tarih diyenler de var. Bir yandan sözlü tarih araştırması yaparken, diğer yandan da eski yayınevim İletişim dahil pek çok yayınevinden çıkan kitapları okudum. Tüm bunlara ek olarak bir yazar olarak yaptığım araştırmalar oldu.
Başta dediğimiz gibi bu kültüre yabancı birisiniz, onlar da size. Sizi şaşırtan ne oldu?
Romancı olarak bundan evvel de araştırmalar yapmıştım. Mesela “Kar” için pek çok kere Kars’a gitmiştim. Şunu gördüm; insanlar anlatmayı seviyor. Önce çekiniyorlar. “Adım geçecek mi, işime mani olur mu?” diye soruyorlar. Ama sonra açılıyorlar. Hele kadınlar anlatmaya başlayınca, Allahhh! Seviyorlar anlatmayı, yazılmasını istiyorlar. Pek çok insan bunun bir romanın parçası olacağını bile bile konuştular, hem de seve seve. Bozacılar da öyle. Mesela bozacıların çoğu sadece bir gıda satmadığının kültürel bir şey sattığının farkındaydı. Bu yoğurtçu için geçerli değildir çünkü o sadece yoğurt satar.
Bozacılara, yoğurtçulara sanki bir eski İstanbul filminin dekoru gözüyle bakılır. Onların o sırada çalıştıkları idrak edilmez. Ama siz tersini yapmış, algılananın aksine “Ahh eski İstanbul” romanı değil sınıfsal bir roman yazmışsınız.
Kitabım son derece sınıfsal bir romandır. Ayrıca ben ne zaman “Ah güzel İstanbul romanı” yazdım ki, şimdi yazayım! Romanımı yazarken İngiliz yayıncımla telefonda konuşuyorduk; “Nasıl bir roman?” diye sormuştu. Ben de “Hiçbir orta sınıf karakteri yok, Jülyenciğim iftiharla söylemek isterim” demiştim ve çok şaşırmıştı.

BOYUN EĞECEKSİN

“Kafamda Bir Tuhaflık” köyde kente gelen ve zemini toprak tek göz odada babası ile yaşayan Mevlut ve amcasının ailesinin İstanbul’da var olma hikayesi. Ama bu kolay bir varoluş değil. Mesela babası Mevlut’a “Zengin olmak için boyun eğmeyi bileceksin” diye tavsiye ediyor...

Ama bu benim düşüncem değil. Mevlut’un babasının biraz da kabaca söylediği bir söz bu. Mevlut’un babası okurun çok da seveceği biri değil. Çocuğuna dayak atıyor, gereksiz yere azarlıyor falan atıyor. Yani okurlarım sözümü dinlesinler ve onun sözlerini fazla ciddiye almasınlar. Ama Mevlut’un babasının söylediği doğru bir şey de var: İstanbul’a var olmak için şahsi görüşünü saklayacaksın. Boyun eğmekten ziyade, roman bu düşünceye yaklaşıyor.

Bu genelde esnaflarla ilgili söylenir; solcuyla solcu, sağcıyla sağcı olurlar, asla gerçek fikrini bilemezsin.

Ya da Fenerbaçeliyle Fenerbahçe geyiği yapar. Niye kaçırsın müşteriyi! Tabii burada babasının Mevlut’a bozacılıkla ilgili verdiği derslerden biri bu. Burada boza satımının bir töreni, ritüeli de var.

Dondurmacı gibidir o da. Yani dondurmacıdan dondurma almak biraz çocuklaşma, çocukluğunu hatırlama işidir. Marketten almak gibi değildir.
Evet, ama burada şuna da dikkat çekmek istiyorum. Yıllarca göçenlerin kültürü, ne kentli ne köylü diye tanımlandı ve devamı getirilmedi.

Ama Mevlut’un babasının tavsiyelerinden de anlıyoruz ki, burada ortaya çıkan kültür sanki bir savunma sanatı gibi. Yani hayatta kalmak için, gereğinden fazla mütevazi olacaksın, siyasi görüşünü saklayacaksın, bozada alkol yok diyeceksin gibi...

Kitabımın sosyolojik dili bu. Bu tanımı Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan “Savunma sanatı” kitabına gönderme olarak yapıyorsunuz. Ama kahramanlarım bundan haberdar değil. Onların dili ile söylersem; şahsi görüşünü saklarsan şehirde var olabilirsin ama bu da seni cennetten uzaklaştırır. Mutluluk, şahsi görüşünle resmi görüşünün aynı olduğu andır. O da kenardaysan, iktidarda değilsin, çook zordur. Romanım bunları ima ediyor.



Romanda büyük bir rant kavgası olmasına, erkeklerin kadınlara iyi davranmamasına rağmen kimseye kızamıyoruz...

Bu söylediğiniz bir yazar için en büyük iltifat. Çünkü romancılık en kötü adamı bile anlama işidir.

TÜRKİYE’DE İÇ SAVAŞ ÇIKMAZ
Kahramanlarınız neden bende hep bir acıma duygusu uyandırıyor?

Köyden kente meteliksiz geldiklerini, okula gidebilmek için bile sokak satıcılığı yaptıklarını ve bir mucize olmadan adım adım kazandıklarını ve romanın sonunda büyük ihtimalle bu kitabın okurlarından daha zengin olduklarınıgörüyoruz. Ama bu bir gecede olmuyor, ağır ağır 40 yıla yayılarak oluyor. Ama bu insanlara dair ilk düşüncemiz ne kadar talihsiz ve eğitimsiz bir şekilde hayata başladıkları. Bunu gördükten sonra da o insanları suçlamak o kadar kolay olmuyor. Yazarlık hayatımda Scott Fitzgerald’ın “Mutteşem Gatsby” romanındaki cümle çok etkili olmuştur: “Başkalarını yargılamaya başlamadan önce bazılarının hayata başlarken senin kadar talihli olmadığını unutma.” İşte bu roman, onlarıunutmama üzerine de bir kitap. O yüzden onlara karşı hep hoşgörülü olmak gerek. Bu yüzden de ülkücü, solcu, sağcı, Alevi, Kürt, dinci kahramanlarımla geniş bir yelpazede insan portreleri çizmeye ve anlamaya çalıştım.

Ama burada benim biraz da kastım
Mevlut, “Masumiyet Müzesi”nin Kemal’i, “Benim Adım Kırmızı”nın “Kara”sı vd. Ana kahramanlarınız, ruhları ve bedenleri sanki birbirinden kopuk gibi. Neden?

Çünkü söylediğiniz karakterler bana benziyor. Bu kahramanlarımda herkeste olmayan düşünceler var. Tuhaflıklar var ve bu kahramanlar tuhaflıklarını benden alıyorlar.

Mevlud, dindar biri. Hatta ilk seçimlerde AKP’ye oy veriyor...

Mevlut’un çok siyasi seçimleri yok, yeteneği de yok. AK partiye bir kere oy veriyor onda da yalan söylüyor. Mevlut’un verdiği oylarla yargılanmasını istemem. Mevlut’un dine inandığı bir dönemi var ama Siyasal İslamcı değil.
Tam da buraya gelecektim, bu yüzden mi en yakın arkadaşını bir Alevi olan Ferhat yaptınız?
Bölünmüş bir toplumuz. Yüzde 35 civarı Batılılaşmış, laik, Halk partili... Bunun bir kısmı da Alevi... Büyük kesim ise muhafazakar. Bunun büyük oranı da AK Parti’ye oy veriyor, içlerinde MHP’ye, Erbakan’ın partisine oy verenler de var. Bir de Kürtler var. Öyle bir roman yazmak istedim ki bu iki dünyanın tepelerini değil bu iki dünyanın, yoksullarını ayrıcalıklı olmayanlarını anlatayım. Romanın ana kahramanı da iki dünyanın içine rahatlıkla girip çıkabilsin. Roman, tarih dışını öğretir.
Bu yüzden Mevlut’un çok siyasi seçimleri yok. Zaten Türkiye, kuvvetli siyasi düşünceleri olan insanlarla dolu değil. Öyle olmadığı için de iç savaş gibi bir tehlikenin olduğunu düşünmüyorum. Ama, kuvvetli düşüncen varsa aynen Alevi Feryat gibi ülkücüleri görünce tüylerin diken diken olur, uzak durursun onlardan. Onlar da senden uzak durur. Mevlut’un sert dini görüşleri olmadığı için dincilerin de Alevilerin de dünyalarına girip çıkabiliyor.

Romanımın en kötü kahramanlarından biri olan Korkut’un bile anlaşılmasını isterim. En faşizanının, en dar görüşlüsünün de...
Köyden kente göç, devlet tarafından ortaya konan bir politika ile düzenlenebilse, mesela barınma sorunu çözülebilse bugün ortaya çıkan bu rant ekonomisinden ve sonuçlarından bahseder miydik?
Ev yapma isteği tüm toplumlarda var. Anne sütünü istemek gibi doğal bir şey bu. Üstelik kimsenin başta rantla ilgilisi yok. Herkesin tek derdi hayatta kalmak. Bunu röportajlarda da çok duyduk; “Ya biz oraların para ettiğini hiç bilmiyorduk!” bu sözü o kadar çok işittik ki. Kitabın bitmesine yakın TOKİ’ler ve kentsel dönüşümle ilgili de röportajlar yaptım. Şöyle diyorlardı: “Ya biz oralara hiç bakmıyorduk, sonra birden para etmeye başladı.” Yani birden para devreye giriyor ve böylece mahallenin tüm erkekleri de birden rant kelimesini öğreniyor.

ARSANIN SAHİBİ KİM?

Gecekondular ve TOKİ ya da kentsel dönüşümle ortaya çıkan yeni yerleşim anlayışına bakışta şöyle bir ayrım yok mu? Gecekondulara kızamıyorduk çünkü adam o evi yapmazsa sokakta kalacak ve ölecek.
Üstelik devlet oraya fabrika da yapıyor, orada çalışacak insana da ihtiyaç oluyordu. Yani oraya insan çekiyor değil mi?
Ama yeni yerleşim anlayışında sadece barınma değil bir kazanç da var...

Doğru böyle bir çizgi var. Bir insana dağın tepesine gecekondu yapınca kızamıyorsun hatta için için seviniyorsun: “Bu adamlar karda kışta sokakta kalmıyor” diye. Hatta gecekonduyu yıkan hükümete kızıyorsun. Gecekondu yıkımını ahlaki ve insani olarak doğru bulmuyoruz. Ama o adam, 30-40 yıl dişleriyle, tırnaklarıyla çalıştıktan sonra niye o rantı da yemesin? Zaten o rantı da o adam değil oğlu yiyor. Ama en önemli soru şu; o arsanın sahibi kim? Bu sorun sadece Türkiye’de değil Bombay için de Mexico City için de geçerli. Çünkü devlet devlet oyunu almak için bir süre burada yaşamana göz yumuyor ama bir gün rant belirince “Hadi çıkın” diyor.

Peki tüm bunlara göğüs germek için kenetlenen aile yapısı nasıl bir ilişkiler yumağıdır? Çünkü romanınız toprak ve mülkiyet ilişkileri ile şekillenen bir aile romanı da...

Aile romanıdır romanım. Önce arsanın sahibi kim? Ali mi, Allah mı yoksa Jean-Jacques Rousseau’nun dediği gibi çenesi kuvvetli olanın mı? Kitabım bu üçünü de dillendiriyor. Şehir dışında, kimsenin ilgilenmediği bir araziye biri gelip yerleşiyor ve biz o araziyi 40 yıl sonrasında görüyoruz. Bu tabii birazcık kutsal kitaplar kadar eski bir hikaye. Yani kardeşler arası ilişki, mal paylaşımı, arsa çevirmek, bir yere gelip tutunmaya çalışmak. Bazıları tutunuyor, bazıları da tutunamıyor. Yani herkes ranttan istifade edemiyor. Mesela Mevlut vazgeçiyor.



BOZADAKİ ALKOL...

Bu arada romana konu olan aile ve ilişkiler “Yalan Rüzgarı”nı aratmıyor. Kadın erkek ilişkileri gibi. Sonra kardeş kardeşin toprağına el koyuyor, vergi kaçırılıyor, Yani suç ve günah sayılan sayısız şey yapılıyor ama dert edilen tek bir günah var; bozada alkol var mı yok mu?

Aaa! Ramazan’da sevişilir mi sevişilmez mi diye de tartışılıyor ama evet boza ön planda.
Bu durumu nasıl yorumlamak gerek?
Evet, güzel biz gözlem. İnsanlar acımasızca parasını ve binasını yükseltmeye çalışırken biraz da suçluluk duyduğu için dini bir konuyla ilgileniyor. Bizimki gibi ülkelerde suçluluk duygusu olmaz, o Batı Protestanlığında vardır derler. Ben buna katılmıyorum. Suçluluk duygusu bütün insanlara eşit dağıtılmıştır. Evet bazı kültürler bunu öne çıkarır. Protestan kültürü gibi. Ama nefse hakim olma, daha fazla paraya tamah etmemek bizde de var. Ama ne kadar paraya tamah edersen o kadar da dine meraklı olursun. En sonunda şuna geliyoruz; “Kar” romanımda söylediğim Humeyni’nin bir lafı vardır. Batılılar ne der, “İşte bunlar fakir olduğu için dine inanıyor”. Humeyni de buna kızdığı için “Bizler fakir ve parasız olduğumuz için sevmiyoruz Allah’ımızı. Biz Allah’ı her zaman seviyoruz” der. Bu romanda ise bunu tersine çeviriyoruz: “Bunlar çok zengin olduğu için dine yöneliyorlar.” Vedia’nın söylediği bir cümle var: “Bu kadar vatan, millet, bayrak dedikten sonra yalnızca para düşünmeleri doğru mu?” Kitabın en açık olduğu yerlerden biri burasıydı.

MUHAFAZAKAR KADININ GİYİM SORUNU

Göçle birlikte değişen şeylerden biri de giyim tarzı. Romanınızda pardesünün yaygınlaşmasını örnem veriyorsunuz. Bunun üzerine fark ettim ki, türban pardesünün kombini aslında.

Evet, o kıyafeti biraz eleştirmek isterim. Çünkü bu muhafazakâr kadının resmi kıyafeti haline geldi. Blue jean ya da eteğin üzerine pardösü bir de başörtüsü. Bu konuda da kadınlara yardım eden kimse olmadı. Bunu güzelleştirmek kimsenin aklına gelmiyor, kimse yardım etmiyor. Erkekler devlet adamından memuruna bakkalına kadar kravatını takıyor ve Batılı bir başbakan gibi geziyor. Ama eşleri Batılı bir başbakanın eşi gibi değil, birbirinin kopyası gibi giyinen kişiler. Üstelik adeta fark edilmemek için giyiniyorlar. İcat edilmiş kıyafetler bence bunlar. Batılılaşmış kesimimiz de muhafazakârların modernleşmeye çalışan bu kıyafetiyle dalga geçiyorlar.
Bir ara Cemil İpekçi gibi modacılar yardım ediyordu...
Evet, ama onlar da bu yüzden eleştirildiler.

VAROŞLAR BENİ DEĞİŞTİRDİ

Yoksullukla sınanmış bu insanlarla tanışmak sizde nasıl bir etki yarattı?

Alçakgönüllü olmayı öğretti. Her yeni insani deneyim alçakgönüllü olmayı öğretir. Bu insanlarla tanışmayı da bir şans olarak görüyorum. Onlarla tanıştıktan sonra romanımın ve yazdıklarımın güzel olacağını hissettim. Her birine çok müteşekkirim. Belki kendilerini olduklarından farklı göstermeye çalıştılar. Belki de oldukları gibiydiler. Ama herkes bana ve arkadaşlarıma kendilerini anlattı.

Mutluluğa geri dönelim. Mutluluk üzerine çok düşünen birisiniz. Sık sık söylenen bir cümle vardır: Aptal olsaydım mutlu olurdum. Sizce bu sözde doğruluk payı var mı?

Bu düşünce gençlikte kaldı. Şimdi mutluluğu daha güvenle, huzurla ilgili olarak görüyorum. Gençlikte mutluluk bir şeyler elde etme isteği, hırs ve başarıydı. Ölçülebilir bir şeydi. Şimdi ise rahatlıkla, telaşlanmamakla ve korkmamakla ilgili bir şey. Gençliğimde mutluluk korkmakla ilgili bir şey bile olabilirdi. Bu yanım azaldı. Ama yazma anlamında yazmak istediğim o kadar çok şey var ki. Yazma söz konusu olduğunda hala gençliğimdeki gibi istekli ve hırslıyım.
İnsan mutlu olduğunu nasıl anlar?
Korkmadığı zaman. Güvende hissettiği ve aynı günü bir daha yaşamak istediği zaman.

ROMANIMDA BANA MAHKEMEDE
SALDIRANLARI DA ANLAMAYA ÇALIŞTIM
“Masumiyet Müzesi” gibi bu romanınız da mutluluk üzerine çok şey söyleyüyor ve geçenlerde “Ben mutlu bir insanım o yüzden geçmişime bakıp mağduriyet aramıyorum”...

Evet bunu dedim çünkü pek çok şey geldi insanların başlarına, hatta beni de bazen o kişilerle birlikte andılar. Hrant Dink ve Ahmet Kaya öldürüldü. Bense tahtaya vurayım talihliydim ve bugün mutlu biriyim. O yüzden, “Bana da neler yapıldı” diye ağlamak istemem. Bu yüzden insanların hem anlayacağı hem de aynı anda gülümseyeceği bir şekilde anlatmak isterim. Acımadan çok, anlayış duyacakları bir dille. Bazı insanlar bu durumu “Ah zavallı Orhan” türünden anlatıyorlar. Öyle algılanmış olabilirim ama öyle hissederek yaşamadım.

Bu yüzden mi bu romanınızda da herkesi anlamaya çalıştınız? Kahramanlarınızdan Korkut, aslında 301’den yargılanırken arabanızı yumruklayanlardan biri.

Evet, romancılık arabanızı yumruklayan kişiyi bile romanınızda anlamaya çalışmaktır.

Sizi önceki görüşmelerimize göre daha sakin gördüm...

Evet, yaşlanıyorum çünkü. Bu iyi bir şey mi yoksa kötü mü bilemiyorum ama 40 yıldır roman yazmak beni terbiye etti. İkincisi işim insanları anlamak, yargılamak değil. İnsanları yargılamak mı istiyorum o zaman siyasi bir dergiye girerdim. Mahkeme kapısında arabama saldıran bir insanın neden böyle bir şey yaptığını anlamak isterim. Bunu bu kitabımda biraz da olsun yaptığımı düşünüyorum. Ama işimiz insanların hatalarına mazeret bulmak da değil. İşimiz büyük resmi görmek. Sistemin iskeletini göstermek ama bağırarak değil, anlamaya çalışarak.

GÖRÜCÜ EVLİLİKLERİ YAZDIĞIM İÇİN ASYA’DA SATIYORUM
Mevlut bir düğünde bir yüz görüyor, hatta iri siyah gözler ve aşık oluyor. Sizin önceki romanlarınızda da gözler, suret öne çıkan bir tema. Neden?

Aşk bir ihtiyaç. Vücut bunu çok istiyor. Bizim gibi geleneksel toplumlarda ise kızlar var ama uzaktalar. Onların sadece gözlerini görebiliyorsun. Çünkü diğer yerleri kapalı. Kadın ve erkeğin dünyaları da ayrı. Bu romanı yazarken İskender Pala’nın “Divan Şiiri Sözlüğü”nü açıp baktım, gözle ilgili maddeler uzayıp gidiyor. Tüm şiirlerde ya göz var ya da aşk gözlerde. Çünkü kızın sadece gözlerini görüyorsun... Kadınla erkeğin birbirini tanımadığı toplumlarda aşk erkeğin hayal gücüne dayanır. Erkeğin hayal gücüne dayanan aşk da son derece damıtılmış, kaliteli, yoğun ve yüksek bir şey olur. Ama aklımızın bir köşesinde cinsellik hep var. Bize “Nasılsınız, iyi misiniz, siz insan mısınız? Bir insana değemeden nasıl aşık olabiliriz?” diyor. Bazıları için aşk sadece gözlerini, bazıları için de sandviç yerken görmeye dayanıyor.

Yani platonik aşk, romantik aşk kadın ve erkeğin bir araya gelemediği ya da zor geldiği toplumlarda özel bir tını elde ediyor. Batıdaki romantik aşkta kız ve erkek yan yana gelip istediğini yapabiliyorlar. Yoğun bir romantizm de oluyor. Bizde ise romantik aşk mektuplarla, acı çekmelerle, müzikle, erkeğin kadını görememesinden geliyor.

Kadını tanıyamıyorsun ki sinemaya götüresin! Roman da bunun altını çiziyor. Jane Austen romanlarının dediği gibi hayatta erkek için de kadın için de en önemli karar evliliktir. Kimi seçtiğin önemlidir. Ama pek çok toplumda kadınlar ve erkeklerin kimi seçtiğini bilme şansı olmuyor ve bu sadece İslam toplumları için de geçerli değil, Çin’de de Hindistan’da da evlilikler böyle. İnsan nüfusunun çok büyük bölümü hala görücü usulü evleniyor. Kitaplarımın Asya’da sevilmesinin bir nedeni de bu yani görücü usulü evlilikleri tadını çıkara çıkara yazmamdır. Bunu anlattığım için sevildiğimi biliyorum, özellikle Pakistan’da, Çin’de, Hindistan’da. Batı romanında olan bir şey değil çünkü bu.

Sizin romanlarınızda hep polisiye bir kurgu vardır. Bu kitapta da bir polisiye kurgu var ama onun ne olduğu bile başlı başına bir polisiye...

Romanın 5’inci sayfasını açıyorsunuz okur ve bir şey öğreniyor. 475’inci sayfaya geliyoruz ve o konu hala irdeleniyor. Aşkta niyet ve kısmet konusu. Yani 40 yıla ve 500 sayfaya dengeli bir biçimde yayılan sizin polisiye dediğiniz şeyi, 500 sayfaya ve 40 yıla yaymış olmaktan memnunum ve sizin gibi tatlı dilli okurlarda çalıştığını öğrenmekten büyük zevk alıyorum.

1 MAYIS MAHALLESİ’NİN KURULUŞU

Romanda anlatılan Gazi Mahallesi’nin kuruluşu gerçek mi?

Evet ama bu, 1 Mayıs Mahallesi’nin hikayesidir. Orada bir çeşit sosyalist halk isyanı olmuştur. Tüm gecekondu mahallerinde olduğu gibi orada da arsaları dağıtan silahlı adamları ve devletle ilişkisi olan bir ağa vardır. Üniversite öğrencileri başta olmak üzere halk ayaklanır ve muhtardaki makbuzları alarak, dışlanan Alevilere verirler.