Türkiye, KKTC'yi ilhak eder mi sorusunun cevabı hep tartışıldı, tartışılmaya da devam ediyor.

“Türkiye, Kıbrıs’ı ilhak eder/edecek” enstrümanı ise Kıbrıs Türk solunun “gerek oy devşirme gerekse oy oranını koruma veya seçmen kitlesini motive etme” aracı olarak politik bir paranoya olarak “bir öcü” gibi hep kullanıldı, hala daha da kullanılmakta.

Kıbrıs Türk sağı ise siyaset kurumunun sol cenahının aksine hiçbir net duruş ortaya koymadan mesafeli bir iyimserlik ile “ilhak” tartışmalarına uzaktan baktı, bakmaya da devam ediyor.

Ancak, çözümsüzlüğün yarattığı belirsizlik ve KKTC’nin doğru yönetilememesi ve Devletin gelmiş geçmiş yönetimlerce –sağ ve sol fark etmeden - devlet vasfından uzaklaştırılmasının yarattığı kitlesel hayal kırıklığının neden olduğu tartışmalar içerisinde de “Rum’a yama olmaya karşı irade veya Devlete olan inancın yok denecek noktaya gelmesinden” ötürü özellikle sağ görüşlü Kıbrıslı Türkler arasında anavatan Türkiye’ye bağlanma veya diğer ara formüllere eskiye oran ile daha fazla sempati ile bakıldığı da bir gerçek.

KKTC’nin güçlü bir Devlet yapısına ulaşamamasının yegane nedeninin gelmiş geçmiş Lefkoşa hükümetleri ile sağ ve sol partileri ile birlikte Kıbrıs Türk siyaset kurumunun olduğu ise acı da olsa gerçek.

Ve elbette, Kuzey Kıbrıs’ta sonradan vatandaş olan ve 1974 sonrası ada’ya Türkiye’den göç eden nüfus ve/veya Türkiye’nin yayılmacı ! politikaları ve/veya benzer komplo teorileri temelinde toplumsal tartışmaları yorumlayarak sığ ideolojik görüşlere ve sol popülist politikalara araç haline getiren kesimlerin de varlığı tartışmaları başka bir noktaya taşımakta.

Tüm tartışmalar bir yana, saf bir gerçek var ki, eğer anavatan Türkiye’nin Kuzey Kıbrıs’ı ilhak etmeye yönelik gizli ajandası olsaydı, böylesi bir politik hamleyi yapmak için 1974 süreci ve sonrasındaki askeri darbe dönemini neden kullanmadığının cevabı ise “politik hurafelere” en güzel cevap.

Diğer unutulmaması gereken ise Kıbrıs davası/sorununa bakışın ise göreve gelen Hükümetlere göre değişmediği yüzlerce yıllık Devlet geleneği içerisinde hayat bulduğudur.

Ayrıca anavatan Türkiye’nin KKTC’nin güçlü bir Devlet olarak varlığını sürdürmesine yönelik ortaya koyduğu irade ve verilen her türlü destek “ilhak tartışmalarını ve/veya paranoyasını yeni bir politik mücadele alanı inşa etme” amacı ile hareket edenlerin görmek istemediği bir olgu olarak tüm çıplaklığı ile Kıbrıs Türkünün yaşamında yer almakta.

Kıbrıs Rum liderliğinin uzlaşmaz tutumundan ve “çözümsüzlük çözümdür” politikalarının müspet bir sonucu olarak “çözüm kartı”nın elden düşmesi ile yeni bir mücadele alanına gerek duyan Kıbrıs Türk solunun “ilhak ve kültürü koruma” enstrümanını oyuna sokma stratejisinin gölgesinde yapılan “ilhak tartışmalarının” Kıbrıs görüşmelerinin gayri resmi de olsa yeniden başlayacağı 5+1 Cenevre toplantıları öncesine denk gelmesi ise ayrıca düşündürücü.

Ancak diğer bir gerçek var ki, toplumların özgür iradesi ve “sosyal politik konjonktürün zaruri neticesi” olarak anavatan Türkiye’ye bağlanma ve/veya TC-KKTC ilişkilerinde “üçüncü bir yol” olasılıkları ve/veya KKTC’nin uluslararası diğer aktör Devletlerce doğrudan veya dolaylı tanınması her zaman “tarihsel birlikteliğimiz” gereği olarak varlığını sürdürmekte, sürdürmek zorunda.

Kıbrıs sorununun “çözülememesi” ve “KKTC’nin Devlet gibi yönetilememesinin yarattığı güven erozyonu ile birlikte gelecek kaygısının” Kıbrıs Türkü’nü farklı arayışlara doğru kaydırdığı yeni bir döneme girilmekte.

Anavatan Türkiye ile birleşme veya diğer bir üçüncü yol’un politik ve ekonomik artısı ile eksisinin neler olacağı elbette tartışılmaya muhtaç.

Ve bugün, Kıbrıs Türk toplumu içerisinde  “Rum’a yama olmaktansa Türkiye’ye bağlanırım” düşüncesi daha geniş kabul görmeye başlamış ise böylesi bir eğilimin iki ana nedeni “Rum tarafının Kıbrıslı Türkleri eşit ortak olarak değil azınlık olarak görmeye devam etmesi sonucunda yeni ve sürdürülebilir bir anlaşmaya dair toplumsal umudun azalması” ve “gelmiş geçmiş Lefkoşa Hükümetlerinin KKTC’yi güçlü ve adil bir Devlet yapmadaki beceriksizliklerinin Kıbrıs Türk’ünün Devlete karşı yarattığı inançsızlık ve güvensizlikten” başkası değil.

Ancak Kıbrıs Türkü’nün, “tarihsel birlikteliği” ve “tek sığınılacak limanı” olan Anadolu’dan başka da gidecek bir yeri olmadığı da yadsınamayacak ve toplumun çoğunluğu tarafından “gönülden kabul gören” bir gerçek.

Gerek dış politikada Rum liderliğinin tutumu gerekse iç politikada Devlet olma yolunda ortaya konan “politik beceriksizlik” Kıbrıs Türküne geleceğe dair iki yol sunmakta.

Kıbrıs Türkü, ya Devletine sahip çıkarak güçlü KKTC’yi anavatan Türkiye ile birlikte yeniden inşa edecek ya da Anadolu’ya daha fazla yakınlaşacak.

Ve, Kıbrıs Türkü bugün çok daha iyi anlıyor, “Türkiyesiz olmaz.”