O işler sahiden öyle mi?

Uzun yıllardır türlü röportajlar, makaleler ve envai çeşit medya unsurlarının aracılığıyla bazı sanatçılarımız ve sanatseverlerimiz, ülkemizde ve Türkiye’de ki sanatın Avrupa veya Amerika’daki örneklerine kıyasla çok düşük seviyelerde olduğundan, artık bir klişe/kalıp halini almış olan “sanata ve sanatçıya değer verilmemesi” nedenini öne sürerek yakınırlar. Kamuoyunun büyük bir kesimi ise bu beyanları hiç sorgulamadan kabullenir ve ilginçtir ki; bu konuda hiçbir şey yapmaz, ama bu yakınmaya ortak olurlar. Seri halinde yayınlamayı düşündüğüm yazılarımda siz sevgili okurlarla birlikte, her yazımda birer soru ele alacak şekilde keyifli bir yolculuğa çıkmak istiyorum. Burada şunu da belirtmeliyim ki; yazacaklarımın hepsi tecrübe edip gözlemlediğim olaylara kişisel yorumlarımı içerip okuyucularla birlikte mantık yürütme isteğimin bir sonucudur.

Ülkemizde ve Türkiye'de sanata ve sanatçıya hak ettiği değer gerçekten verilmiyor mu?

Bu yazıda ele alacağımız ilk soru “Ülkemizde ve Türkiye'de sanata ve sanatçıya hak ettiği değer gerçekten verilmiyor mu?” Bana göre bu soru, bazı unsurlar göz ardı edilip basitçe “evet” veya “hayır” diye cevaplanırsa yıllardır devam ettiği gibi, hiçbir yapıcı etki sağlamayan klişe bir diyalogdan öteye varamaz. Peki, nedir bu göz ardı edilmemesi gereken unsurlar? Gelin hep beraber inceleyelim.

Bence bu konuda cevap verilmeden önce değerlendirilmesi gereken üç temel unsur vardır. bunlar; “kıyaslanabilecek adil örnekler”, ”değerden kastedilenin, beklentinin ne olduğu” ve  “değerin hak edilip edilmeyişi”

Birinci unsur; kıyaslanabilecek adil örnekler. Ne yazık ki birçok sanatçı adil olmayan örneklerle kendilerine hak ettikleri değerin verilmediğini iddia eder. Hedef göstermek niyetinde değilim, bu yüzden farazi bir örnek vereceğim. Henüz on yedi yaşında ve kısa bir süre önce şiir alanındaki ilk ciddi adımımı atmış olan ben, kirli gerçekçilik akımının öncülerinden, eserleri sayısız dile çevrilmiş Charles Bukowski’yi öne sürerek onun şiirleriyle gördüğü değeri görememekten yakınırsam bu hiç adil bir karşılaştırma olmaz. Ancak, biraz önce de dediğim gibi, ne yazık ki, böyle birçok örnek görüyoruz, duyuyoruz, okuyoruz… Tabi gerçekten adil örnekleri bulunmasına rağmen hak ettiği değeri görememiş sanatçılarımız da var maalesef. Kendi alanım da olduğu için özellikle şiir ekseninde söyleyebilirim ki; günümüzde popüler kültür sayesinde herkesin dilinde olan; Nazım Hikmet, Cemal Süreya’dan tutun da,  adı onlar kadar çok bilinmeyen nice büyük şairimizin de içinde bulunduğu bir çoğunluk, hayattayken hak ettikleri değeri görememiştir. Belki görebilseler daha güzel eserlere imza atacaklardı, belki de bu kadar içten ve samimi yazıları olmayacaktı. Kim bilebilir… Bu yüzden, hiç şüphe yok ki bu unsuru değerlendirmek oldukça zordur, ancak göz ardı edilmesi büyük yanılgılara sebep olacaktır.   

İkinci unsur; değerden kastedilenin, beklentinin ne olduğu. Bu unsuru şöyle örneklendirebiliriz. Çıkardığı albümler milyonlarca satan ses sanatçılarının bile bazen yeteri kadar değer görememekten yakındığına denk geliriz. İşte böylesi anlarda birçok insanımızın kafasından;  “millet ekmeğinden kısmış, para vermiş, senin albümünü almış. Daha ne yapsın? Evine gelip ayaklarına masaj mı yapsın?” düşüncesi nispeten haklı bir şekilde geçer.

Tabi bu durum, sadece ses sanatçılarına has bir durum değildir. Aynı şekilde yazdığı kitaplar fazlaca satmış yazarlar da,  Kapalı salon oynayan tiyatro oyuncuları da, kısa özetle; fazlasıyla rağbet gören hemen her sanat dalından sanatçılar bile zaman zaman bu yakınmada bulunur.  Hakikaten, bu durum neden böyle? Bu insanlar daha ne yapsın? Sanatçılar ne istiyor?

Tam bu noktada, konuştuğum sanat alanlarını kendi alanım ekseninde kısıtlamam gerekiyor, zira diğer alanların arka planlarına pek hâkim değilim. (her ne kadar pek farklı olduğunu sanmasam da…) Gelin, size Kıbrıs’ta genç ve hevesli bir şair olarak kitap çıkarmak isterseniz nelerle karşılaşacağınızı anlatayım. Bu işin üç temel yolu var. Birinci yol ve en basit olan yol ilahi irade tarafından seçilmiş olmak. Kafanız karışmış olabilir, anlıyorum, Ancak gerçekten durum böyle. Sanat camiasının içinde bulunan, bu camiada iyi bağlantılara sahip olan veya sos yo-ekonomik durumu çok iyi bir aileden geliyorsanız, bu yeteneğinizi işe çevirmeye çalıştığınız zaman bütün kapılar sizin için önden açılacaktır. Tabi bu durum sadece sanat alanında değil, hayatının hemen her alanında böyle olduğu için yadırganması güç. Her neyse, eğer böyle bir aileden gelmiyorsanız nasıl olacak bu iş? Size kötü bir haberim var! Çok uğraşacaksınız… Öncelikle, teknik detayları öğrenmek için birilerini bulmanız gerekiyor, şanslıysanız ve bulup içeriğinizi tamamlamayı başarırsanız karşınıza iki yol çıkıyor. Bunlardan birincisi bütün maliyeti ve gerekli bağlantıları kendiniz sağlayıp bağımsız bir şekilde her şeyiyle, en ince ve hatta gereksiz detaylarına kadar siz uğraşarak kendi alın terinizle kitabınızı çıkartmak. Bu yolu seçtiğinizde yine bir yol ayrımı çıkacak karşınıza. O da kitabınızın resmi bir kitap olmasını mı istersiniz yoksa korsan bir yayın mı yapacaksınız ayrımı. Öyle tahmin ediyorum ki, bu işe bu kadar emek harcayıp masrafa giren bir kişi ilk yolu tercih edecektir, eğer tercih ederse eyvah! Ki ne eyvah… Ülkemizde alınamayan, Türkiye’den veya başka devletlerden edinilebilen “ISBN” adında kitabınızın kimliği olacak bir onay numarasına ihtiyacınız olacak. Size şu kadarını söyleyebilirim, bu gerçekten işin en zor kısmı. Eğer aracı olup yardım edecek bir kurum, kuruluş yoksa nerdeyse imkânsız olmakla beraber, varsa bile haftalar, belki aylar boyunca neden beklediğinizi bile bilmeden bekleyeceksiniz… Bir şekilde başarıp tüm bu süreçlerden sonra kitabınızı çıkartabilirseniz bitti, başardım diye düşünmeyin, Sadece ilk adımı attınız. Bundan sonraki aşamalar daha zorlu. Tüm reklam ve satış işleriyle siz uğraşacaksınız. Elden satış yapmaya çalışırsanız bu işin zamanla bir hayır satışına döndüğünü, insanların okumak için değil, hatırdan aldığını, el emeğiniz, göz nurunuzun tozlu raflarda çürüdüğünü fark edeceksiniz. Ben elden satmayacağım kitapçılara bırakacağım derseniz, bambaşka bir dünyayla tanışacaksınız. Uçuk yüzdeler, akla, mantığa sığmayan satış, kar testleri ve niceleri… Günün sonunda şöyle bir tablo çıkacak karşınıza; Sanatçı eser üretecek. Sanatçı bütün masrafları kendi üstlenecek. Eserinin reklam lamasından tutun da satışına kadar hemen her aşamada kendi emek verecek. Eğer ürün kar getirecek bir ürün ise, karı bu işte hiç emeği geçmeyen kimseler yiyecek. Sanatçı bunu kabul etmezse, daha yolun başında, adı silinip gidecek. Yok, mu başka bir yolu? Var. Onu da şöyle kısaca anlatacak olursam; Sanatçı eserini tamamladıktan sonra yayınevlerinin kapısını çalacak. Gittiği yayınevlerinden alacağı cevap ise; en net ve anlaşılır şekliyle “büyü ve ünlen de öyle gel.” Bunu aşmasının tek yolu ilk yoldan bahsederken söylediğim gibi yayınevleriyle iyi ilişkileri olan birilerini referans göstermek veya bu kişilerce araya hatır koydurmak.  Sanatın herhangi bir alanında ciddi işlere imza atmak isteyen diğer gençlerin de bu senaryodan çok da farklı bir şeyle karşılaşacağını sanmıyorum. Bu yüzden de tüm bu zorlu süreci kendi başına atlatıp çıkarları için yolundan sapmayan, seçilmiş bir azınlıktan gelmeden, yani mucize sayılabilecek bir durumu başarmış, bir şeyler üreten sayılı sanatçımızın bu yakınmalarını ne kadar iyi gelirlere sahip olduklarını düşünseniz de mazur görmenizi rica ediyorum. Bu yazı aracılığıyla da ulaşabildiğim herkese şunu sormak istiyorum; Durum böyleyken, bir mucize olmadıktan sonra, seçilmiş zümrelerden gelmeyen sanata sevdalı gençlerimiz nasıl yapacak da, bu sevdayı sadece yüreklerinde yaşamaktan ileriye taşıyacak?  Bizim ülkemizdeki sanat sisteminin, Hindistan’da halen etkisi sürmekte olan kast sisteminden ne farkı var?

(Bu kast sistemine benzettiğim düzen oturmadan önce, Kıbrıs Türk edebiyat sanatçılarının ne kadar engebeli ve zorlu yollardan geçtiğini ve bu uğurda emek vermiş tüm sanatçıların ne kadar değerli kimseler olduğundan ayrı bir eleştiri yaptığımı da belirtmem gerek.)

Üçüncü ve son unsur; değerin hak edilip edilmeyişi. Bu unsur aslında diğer tüm unsurları içinde barındırıyor. İkinci unsurda bahsettiğim sanat sistemimizdeki kast sistemi benzerliğinin sanatımızı tekdüze, standart ve monoton bir hale getirdiğini düşünüyorum. Oysa sanat, dinamik ve çok renkli olmalıdır ki farklı zevklere ve farklı kitlelere hitap edebilsin. (burada şunu da belirtmeliyim ki; bu durumu değiştirmek için çalışan bazı sanatçılarımız da var ancak genel gidişatı değiştirme konusunda pek etkili olamadıklarını ifade etmekte bir sakınca görmüyorum.)  Türk şiirinin ve genel olarak sanat anlayışının yıllar içerisinde geçirdiği değişim beni bu konuda umutlandırıyor. Çünkü klişe bir ifade olacak ama tarih, tekerrürden ibarettir. Gerek Türk, gerek Kıbrıs Türk edebiyatı çok daha kötü dönemlerden geçmiştir. Çok daha iyi dönemleri de olmuştur tabi, ancak onu ilerleyen yazılarımda konuşmak isterim. Hak edilip edilmeyişi unsuruna tekrardan dönüp bakacak olursak, bu bahsettiğim tekdüzeliğin sanatseverler üzerindeki yansımaları da oldukça üzücüdür. Çünkü kendinden olmayanı barındırmayan bu düzenin önümüze sunduğu ürünler, halkın farklı birçok kesiminin zevklerine uymamaktadır. Kendi zevklerine uygun eserler bulamayan büyük bir kitle, özellikle Kıbrıs Türk edebiyatını küçük görüp değer göstermemektedir. Peki, bunun suçlusu bu kitle midir? Yoksa kendisinden olmayanı barındırmayan sanat toplulukları mıdır? Bence kabahati tek bir tarafa yıkmak oldukça yanlıştır. İki tarafın da nispeten kabahatli olduğunu düşünmekteyim. Sanat dünyasında hiçbir topluluk kendi kendini yaratamayacağı gibi, hiçbir yenilik adımı sanatı değersizleştirerek sağlanamaz.

Bütün konuştuklarımızı bir sonuca bağlayacak olursak ve sorumuzu cevaplayacak olursak; Evet, ülkemizde ve Türkiye’de sanata ve sanatçıya hak ettiği değer verilmiyor ancak, bunda herkesin biraz suçu var demenin yanlış olmayacağını düşünüyorum. Bir sonraki yazımda Türk ve Kıbrıs Türk edebiyatlarının ne gibi dönemlerden geçip de günümüz halini aldığından bahsetmeyi planlıyorum. Görüşmek dileğiyle…