New York Times, İstanbul modern'deki 'Hayal ve Hakikat' sergisinin, Osmanlı döneminin neredeyse unutulmuş ressamlarını, bugünkü Türkiye'nin çağdaş kadın sanatçılarıyla biraraya getirdiğini yazdı.

İstanbul Modern’in “Hayal ve Hakikat” sergisi, 15 Aralık 2011 tarihli The International Herald Tribune gazetesinde ve aynı zamanda New York Times gazetesinin web sitesinde Susanne Fowler’ın “Osmanlı dönemindeki kadın ressamlar bugünün sanatçılarıyla bir araya geliyor” başlıklı yazısıyla geniş biçimde yer aldı. Yazıda, İstanbul Modern Sanat Müzesi’ndeki “Hayal ve Hakikat” sergisinin Osmanlı döneminden “neredeyse unutulmuş” sanatçıları Türkiye’nin en dikkat çekici güncel sanatçılarıyla bir araya getirdiği belirtiliyor.

İstanbul Modern’in şef küratörü Levent Çalıkoğlu’nun “Türkiye sanat ortamında kadın sanatçıların çok önemli, eleştirel ve öncü pozisyonları var; serginin amaçlarından biri bunu görünür kılmak, diğer amacıysa daha erken dönem ressamlarla, güncel sanatçıların çalışmalarını yan yana getirerek Türkiye’nin yüz yıl içinde geçirdiği toplumsal ve kültürel dönüşümü gözler önüne sermek” görüşüne yer veriliyor. Yazıda öncü isimlerden Mihri Hanım ile Hale Asaf’tan söz edilirken, Levent Çalıkoğlu’nun “Hayat hikâyeleri bir iki paragraftan fazla yer tutmayan, yapıtlarının sayısını net ve doğru olarak kayda alamadığımız bir kadın sanatçı kuşağından söz etmek zorundayız” ifadesi yer alıyor.

“Hayal ve Hakikat” sergisinin küratörlerinden Fatmagül Berktay’ın katalog yazısında “Ataerkil ideoloji daha ilk şekillenme aşamasından itibaren erkeği rasyonellik, uygarlık ve kültürle; buna karşılık kadını irrasyonellik, doğa ve duygusallıkla özdeşleştirir,” diye yazdığı belirtiliyor. Yazıda, haklarındaki katalog ve biyografi gibi basılı yayınların yaygın olduğu erkeklerin aksine, kadın sanatçılar hakkındaki bilgi ve kayıt eksikliğinin, sergide yer alan 74 kadının eserlerinin izini sürerken küratörlerin zaman zaman çıkmazlarla karşılaşmasına neden olduğu aktarılıyor.

Osmanlı'nın son dönemi ile erken Cumhuriyet dönemindeki kadın sanatçıların eserlerinin çoğunun kaybolduğuna ve kayıt altına alınmadığına dikkat çeken Çalıkoğlu “Ne yazık ki konu kadın sanatçılar olduğunda bir sis tabakası ile karşılaşıyoruz. Elbette bunun pek çok nedeni var, bu kadın sanatçıların yaşadıkları dönemde ne özel koleksiyonlara, ne de aynı dönemde sanatın en büyük hamisi konumunda bulunan devlet koleksiyonlarına girmemiş olmaları, eserlerinin bugüne kalamamış olmasındaki önemli etkenlerden” diyor.

Bu eksikliği sanat alanında ve sanat tarihi yazımında hüküm sürmüş olan cinsiyetçi pek çok etkene bağlayan Çalıkoğlu, bu etkenlerin Türkiye'nin yerel dinamikleriyle sınırlı kalmadığını ekliyor: “Pek çok coğrafyada kadın sanatçılar benzer sorunlarla baş etmek zorunda kaldılar.” Fowler, yazısında 1950’lerde önceden erkeklere ait görülen soyut resim alanında çalışmalar üreterek ün salan Fahrelnissa Zeid ve Aliye Berger’in eserlerinde, bugün Türkiye’deki toplumsal cinsiyet ve cinsel kimlik konularını sorgulayan kadın sanatçıların aksine, kadınsı vurgulardan kaçındıklarını belirtiyor.

1954 yılında, Mihri Hanım’ın eski öğrencisi olan Aliye Berger’e ilk yağlı boya tablosu “Güneşin Doğuşu” ile uluslararası bir yarışmada birincilik ödülü verilmesinin büyük bir skandala neden olduğunu da yazan Fowler, sanat tarihçilerine göre o döneme kadar çoğu erkek sanatçının, kadınların resimlerini amatörce olarak nitelendirdiğini anımsatıyor. Türkiye’den kadın sanatçıların, kadının rolleri ve kimlikleri konusuna odaklanmaya başlamasının ancak 1990’lardan sonra olduğunun altını çizen Susanne Fowler, “Günümüzde Türkiye’deki kadın sanatçılar erkek egemen bir toplum tarafından dışarıda bırakılmış hissediyorlar mı?” sorusuna “hem evet hem de hayır” yanıtını verirken, bazılarının “kadın sanatçı” teriminin bile gettolaştırma olduğunu düşündüğünü, bazılarının da kadın olmasının sanatla uğraşmasını sağladığını belirtiyor.

Yazıda, çalışmalarının, erken dönem “Hayal ve Hakikat” sanatçılarının yaptıkları portrelerden çok daha isyankâr olduğuna değinilen 1970 doğumlu Canan, kendini eylemci bir feminist sanatçı olarak tanımlayarak, çalışmalarının başlıca temalarını toplumsal cinsiyetçilik politikalarının, iktidarın beden üzerindeki egemenliğinin ve biyopolitika kavramlarının oluşturduğunu söylüyor. Sergide yer alan “İbretnüma” videosuyla Güneydoğu Anadolulu, “düşlerinde bile kendisi olmasına izin verilmeyen” bir kızın hikâyesini anlatan Canan, görüşlerini şöyle dile getiriyor: “Evlilik ve aile gibi kurumların baskıcı yapısını, kadın bedeninin siyasal ve dini bir metaya dönüşmesini ve kadın güzelliği kavramının Oryantalist hale getirilmesi ve sömürü konularını tartışmaya açmaya çalışıyorum.”

“Hayal ve Hakikat” sergisine katılmanın mesajlarını yaymak için olduğu kadar, kendisinden önceki feministleri tanımak için de iyi bir fırsat olduğunu söyleyen Canan, “Daha önceki sanatçıların bazılarının ismini duymuştum, ama çoğu benim için yeni isimler. Sergideki çalışmaların kötümser bir atmosferi olsa da, bu sorunları tartışabilmek ve kadın sanatçıların, özellikle de feminist duruşları olan kadın sanatçıların sergilerini düzenleyebilmek olumlu bir durum. Hayallerimiz, biz görünürlük kazandıkça hakikate dönüşüyor” diyor. Susanne Fowler, gelenek ve modernlik arasında sıkışıp kalmış kadınlara yeni bir ışık tutan sanatçılardan 62 yaşındaki Azade Köker’in karışık teknik heykellerinde kadının eşyanın bir parçası gibi göründüğüne değinirken, sanatçının “Bir kadının sanat çevresinde var olmasının ve sanatçı olarak geçinmesinin” hala zor olduğu düşüncesini aktarıyor.

Toplumun dışında bırakılan kadınları ele alan, 11 yıl Viyana’da yaşayan, bugün Avusturya Kültür Bakanlığı’nın bursuyla New York’ta bulunan İstanbul doğumlu 34 yaşındaki Nilbar Güreş ise kadın olmanın, meslek olarak sanatı seçmek konusunda cesaretini kırmadığını söylüyor: “Aksine, kadın olduğum için sanat okuyabildiğimi düşünüyorum. Belki de bu bizim neslimiz için geçerliydi; tam da kadın olduğumuz için ailelerimiz resim yapmamıza izin verdi ve bunu onayladı, çünkü resim ‘el sanatı’ olarak görülüyordu ve böylece bizler de sanat okuyabildik.” Nilbar Güreş, kadın sanatçıların aileleri ya da kocaları tarafından destekleneceğinin varsayıldığını ancak erkeklerin kendilerine biçilen ataerkil rolden dolayı daha çabuk destek bulduğunu söylüyor.

Güreş, yaşamını sanata adarken ilham kaynağının İstanbul’daki Rum bakıcısı olduğunu anlatıyor: “Çantamı alıp onun evine kaçtığımda karşılıklı konuşurduk. Bana toplumsal kuralların önemsizliğinden, geç evlenmenin iyi bir şey olduğundan söz ederdi. Maria bana yeğenlerinin fotoğraflarını gösterirdi. Mısır’da ya da İngiltere’de tatil yapan bekâr kadınlardı bunlar. Örneğin, çölde bir devenin sırtında gülümseyerek poz veren bir kadının fotoğrafı beni büyülemişti. Eğer aklımızı ve yüreğimizi ortaya koyarsak, yaşantımızı değiştirmenin bir hayal olmayacağını o zaman anladım. Bugün Türkiye’de artık Batılı rol modellerin fotoğraflarına ihtiyacımız yok.

Türkiye’deki kadınlar ekonomik yaşama daha iyi entegre oluyorlar. Henüz yeterli değil, ama gelişme var.” Yazıda, Güreş’in toplumsal ilişkilerdeki adaletsizliği ele alırken fotoğrafı da kullandığına değiniliyor. Sanatçı, Berlin Bienali için ürettiği 1997 tarihli “Ön Balkon” adlı fotoğrafında ve diğer görüntülerde kadınlar arasındaki rekabeti, dayanışmayı veya iç çatışmalarını kendi aralarında nasıl çözdüklerini gösterdiğini belirterek, fotoğraflarındaki kadınların sorunlarını kendi başlarına çözdüğünü ve başkalarının, örneğin erkeklerin, söz sahibi olmasına izin vermediklerini söylüyor.

Yazıda İstanbul Modern Şef Küratörü Levent Çalıkoğlu, serginin en önemli yönlerinden birinin “Bu sanatçıları sadece kadın oldukları için değil çok yetkin, önemli, orijinal sanatçılar oldukları için bir araya getirmesi” olduğunu vurguluyor. “Hayal ve Hakikat” sergisinin esin kaynaklarından birinin de, New York’ta yaşayan feminist sanatçı kolektifi Guerrilla Girls’e ait “Guerrilla Girls'e Malum Olduğu Şekliyle Türk Kadın Sanatçıların Geleceği” başlıklı 2006 tarihli dijital baskı olduğu belirtilen yazıda, çalışmanın Türkiye’deki kadın sanatçıların Avrupa ve ABD’deki hemcinslerinden daha iyi durumda bulunduğunu, İstanbul’daki galerilerde sergilenen çalışmaların yüzde 40’ının kadınlara ait olduğunu ortaya koyduğu ifade ediliyor. Levent Çalıkoğlu da “Elbette bu cinsiyetler arası eşitsizliğin üstesinden geldiğimiz anlamına gelmiyor. Sanat alanı toplumsal hayattan soyutlanmış, steril bir alan olarak tahayyül edilemez” diyor.