Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde UBP’nin adayı Ersin Tatar, bağımsız aday Kudret Özersay, YDP’nin adayı Erhan Arıklı ve bağımsız aday Serdar Denktaş’ın benzer söylemlerini takiben TC Hükümetinin de “Bundan sonra bize göre federasyonla ilgili konuşacak hiçbir şey kalmamıştır” şeklinde yapmış olduğu açıklama Türkiye’nin Kıbrıs politikasında ciddi bir dönüm noktasına işaret etmektedir. Aslında bu politika, 2017'de yapılan Crans-Montana görüşmelerinde sürecin çökmesinden sonra ilgili taraflarca açıklanmış, hatta Cumhurbaşkanı Akıncı federasyonu kasıtla "bu bizim neslin son denemesidir" demişti.

2004 BM Kapsamlı Çözüm Planına ve 2017 Crans-Montana Kıbrıs Zirvesinde federal ortaklık çözüm modeline verdiği aktif destekten sonra Türkiye’nin izlemek zorunda bırakıldığı bu politika hiç şüphesiz Rum tarafı ve Yunanistan’ın ısrarla Kıbrıs ve Doğu Akdeniz’e egemenliklerini yayma arayışlarının sonucudur.

1820’lerden beri Kıbrıslı Rumlar ve Yunanlılar Kıbrıs’ın tümüne hâkim olma arayışı içinde olmuştur. BM Güvenlik Konseyi’nin Rum tarafının ortaklık Kıbrıs Cumhuriyeti’nin işgalini adeta meşrulaştıran 186 (1964) sayılı kararı 1960 Anlaşmaları ile iki toplumun eşitliği zemininde kurulan dengeyi bozmuş, işgal altındaki bu sözde cumhuriyetin tüm ada adına AB üyeliğine kabul edilmesiyle Rum tarafında Türk tarafıyla yeni bir ortaklığa girme ihtiyacı bırakılmamıştır.

Bunlardan cesaret alan Rum tarafı Kıbrıs Türk tarafıyla birçok kez yetki ve refah paylaşımı planlarını reddettiği gibi şimdi de Doğu Akdeniz’de ortak sahipleri oldukları doğal gaz kaynaklarının yönetiminde işbirliğini reddetmekte, bunun kendi münhasır egemenlik hakkı olduğunu iddia etmektedir. Kıbrıs Türk tarafının hakları yanında Rum tarafının münhasır deniz yetki alanı ilan ettiği bölgeler beş parselde Türkiye’nin kıta sahanlığını da ihlal etmektedir.

Bütün bunlar on yıllardır taraflar arasında eşitlik zemininde yeni bir siyasi ortaklık kurma imkanını ortadan kaldırmış, Kıbrıs sorununun esasında iki toplum arasında bir mesele olmanın ötesinde yayılmacı Helenizm ideolojisi ile mücadele meselesi olduğunu yeniden gözler önüne sermiştir. Bu durum Kıbrıs Türk tarafının Rum tarafı ile ilişkilerini düzenlemede geçmişte izlediği idealist prensiplere dayalı anlayışı yeniden gözden geçirerek meseleye gerçekçilik zemininde yaklaşmasını gerektirmektedir.

Gerçeklerin dayattığı yeni bir vizyon etrafında Kıbrıs Türk halkının birliğini sağlamak için her şeyden önce nesnel hakikatler zemininde federal çözüm modelinin neden artık gündemden düştüğünün doğru anlaşılmasına ihtiyaç vardır. Bir yandan bu yapılırken bir yandan da Kıbrıs

Türk tarafının dünyada benzer durumlar yaşamış örneklere bakarak bunlardan çıkarılacak dersler ışığında kendine alternatif bir yol seçmesi gerekmektedir.

Federal çözüm modelinin gündemden düşme/kendi kendini tüketme nedenlerini daha iyi anlayabilmek için gerek kendi objektif gerçeklerimize gerekse dünyadaki federalizm deneyimlerine ve araştırma sonuçlarına yakından bakmak gerekir.

Her şeyden önce tarafların neden ve hangi koşullarda federal ortaklığa girdiğine bakmak şarttır.  Taraflar yaşamsal çıkarlarını/hedeflerini tek başlarına gözetemeyeceği ve/veya yaşamsal bir dış tehdidi tek başlarına göğüsleyemeyeceği koşullarda aynı ihtiyaçları aynı derecede hisseden ve bu nedenle örtüşen çıkarları olan taraf veya taraflarla ortaklığa girme ihtiyacı hisseder. Böyle bir durumda dahi ortaklığın sürdürülebilir olması için süreklilik arz eden karşılıklı bağımlılığa ihtiyaç vardır.

Kıbrıs’ta her iki tarafın da eşit şiddette hissettiği böyle bir ihtiyaç ve örtüşen çıkarlar var mıdır?  Olmadığı açıktır! Hatta ortaklık arayışının tam tersine Rum tarafı Yunanistan’la birlikte adada ve Doğu Akdeniz’de kendi hakimiyetlerini kurma arayışını sürdürmekteir. Rum tarafı ve Yunanistan’ın bu arayışları sonucu yapılan bütün kamuoyu yoklamalarında büyük farkla federal ortaklık her iki tarafta da öncelikli tercih değildir. İçten çok güçlü destek olmadan, zorlama veya dış telkinlerle dünyanın en zor yönetim modellerinden olan ikili bir federasyonun sürdürülebilir olması mümkün değildir.

Kıbrıs’ta siyasi bir ortaklığın gerçekleşememesinin birinci nedeni Rum ve Yunan taraflarının hegemonyacı arayışları ise ikinci nedeni de BM’nin üslendiği aracılık rolündeki başarısızlığıdır. Bunu anlamak için biraz detaya inmeye ihtiyaç vardır.

Eski Genel Sekreterlerden Kofi Annan BM Güvenlik Konseyi'ne gönderdiği 28 Mayıs 2004 tarihli Kıbrıs raporunda (S/2004/437, paragraf 92) tüm barışı koruma operasyonlarının temel amacının o ihtilafta uzlaşıyı sağlayacak koşulları yaratmak olduğunu belirtir.

BM bu temel amacını Kıbrıs’ta yerine getirebilmiş midir? Bir uzlaşının iki tarafın eşit statüsü zemininde olabileceği ilkesi kabul edilmiş olmasına rağmen BM Kıbrıs’ta bu ilkeye uygun koşulların yaratılmasını sağlayamamış, Rum tarafının statü üstünlüğünün devam etmesine hizmet eden bir duruş sergilemiştir.

Nitekim Genel Sekreter Annan’ın 28 Mayıs 2004 tarihli raporundan başlayarak müteakip bütün Genel Sekreterlerin Kıbrıs Türk tarafına uygulanan "gereksiz"  ekonomik sınırlamaların

kaldırılarak iki taraf arasındaki ekonomik gelişmişlik farkının giderilmesinin taraflar arasında güvenin tesisine hizmet edeceğine ve uzlaşıyı kolaylaştıracağına işaret etmelerine rağmen BM Güvenlik Konseyi bu yönde bir adım atmamıştır.

Keza, BM’nin BrahimiRaporu’nda (2000) barışı koruma operasyonlarında BM’nin tarafsız olması ve yerel tarafların rızasını alması gerektiğine dair vurgu yapılmasına rağmen BM Kıbrıs’ta Kıbrıs Türk tarafının rızasını almayı reddetmekte ve yalnızca Kıbrıs Rum tarafının rızasıyla faaliyet göstermektedir. Bu durum hem Brahimi Raporunun gereklerini hem de BM’nin asli misyonu olan uzlaşı için gerekli şartları hazırlaması sorumluluğunu yerine getirmekten kaçındığı anlamına gelmektedir.

Bütün bunlar BM'yi Kıbrıs’ta sorunun bir parçası ve çözümsüzlüğün bir nedeni haline getirmiştir.

BM’nin başarısızlığının altında Güvenlik Konseyi Daimî Üyesi küresel güçler arasındaki rekabetin etkileri ve bu Daimi Üyelerin Güvenlik Konseyi’ni kendi ulusal çıkarlarını ileri götürmek için bir araç olarak kullanmaları yatmaktadır. Bunlar BM’yi ilkelerin ve hukukun üstünlüğünün hâkim olduğu uluslararası bir organ olmaktan uzaklaştırmaktadır.

Federalizm konusunda uluslararası deneyime dönecek olursak yapılan bütün araştırmalarda kurucu taraflar arasında ciddi nüfus, ekonomik gelişmişlik ve kuruluş aşamasında statü farkı olan, bunun yanı sıra taraflar arasında güvensizlik bulunan koşullarda özellikle ikili federal ortaklıkların sürdürülebilir olmadığına işaret edilmektedir.

Bunlar Kıbrıs’ta ikili bir federal ortaklığın sürdürülebilir olabilmesi için gereken koşulların bulunmadığını gösterir. Esasında federal çözümün tek seçenek olarak görülmesi hatalı bir müzakere stratejisi olması yanında Kıbrıs Türkünün var olan kendi geleceğini tayin hakkına bir sınırlama, hatta ipotek koyma anlamına gelir.

Uluslararası deneyim, ekonomilerini güçlendirmeyi ve halklarının refah düzeyini yükseltmeyi başaran defakto devletlerin siyasi tanınmışlık olmadan da uluslararası camia tarafından kabul edildiklerini göstermektedir. Bunlar arasında en göze çarpan örnek Tayvan’dır. Halen dünyada KKTC gibi tanınmamış 25 defakto devlet bulunmaktadır. Hayatlarına defakto devlet olarak başlayan Eritre, Doğu Timor ve Güney Sudan son yıllarda uluslararası tanınmayı başarmıştır. Defakto devletlerden Tayvan, Batı Sahra, Filistin ve Kosova ise azımsanmayacak sayıda ülke tarafından tanınmıştır. Bu devletlerin tanınma nedenleri arasında o devletin etkinliği, uluslararası bağları ve güçlü devletlerin desteğini sağlama yeteneği sayılabilir.

Gelinen noktada Rum tarafı ve Yunanistan’ın izlediği ortak ulusal politika gibi KKTC ve TC yetkililerinin de adamızın ve bölgemizin yeni gerçekleri zemininde ortak ulusal bir politika benimsemeleri ve bu çerçevede vitrin ömrü tükenen federal çözüm modeli yerine Türk

tarafının çıkarlarını gözetecek ortak bir hedef/yol ortaya koymaları zorunluluk arz etmektedir. Anavatan Türkiye yetkililerinin en üst düzeyde bu yönde yapmış oldukları son açıklamaları zamanlı ve doğru yönde atılmış bir adım olarak değerlendirmekteyiz. Serdedilen bu politika ve uygulamaların kararlılıkla sürdürülmesi kuşkusuz büyük önem taşımaktadır.

Beşparmak Düşünce Grubu