Geçen yazıda Adayarısı’nda çocuklarımızı nasıl hakları olan bireyler yerine kendimize ait malımız gördüğümüzle ilgili hikayelendirmelere başlamıştım. Bu yazıda da bu gözleme dayalı hikayelendirmelere devam edeceğim.

Ankedot 8: Adayarısındaki tiyatro festivali sırasında, popüler bir oyun sahneleniyor. Çok kalabalık var. Oyun öncesinde saygın bir tiyatrocu izleyicinin arasında geziyor, gruplar halinde duran insanlarla konuşuyor. Oyunu önceden izlemiş olan birisi, yanında yedi sekiz yaşlarında gelmiş olan bir izleyiciyi işaret ederek tiyatrocuya dönüyor ve diyor ki “yalnız keşke bu oyunun çocuklar için uygun olmadığını, belli bir yaşın altındaki izleyiciyi getirmemeleri konusunda izleyiciyi uyarsaydınız. Çocuklara uygu bir oyun değil bu” diyor. Tiyatrocu besbelli bu açıdan oyuna hiç bakmamış, aklına bile gelmemiş. Ama bunu kabul edip, bir dahaki sefere daha dikkatli olacaklarını ve yaş hassasiyeti ile oyunları duyuracaklarını söylüyor m? Maalesef hayır. Cevabı kendinden emin, “bizim çocuklarımız alışıktır, görmedikleri duymadıkları bir şey yok, onları bozmaz” diyor. Bu popüler, popüler olduğu kadar müstehcen, müstehcen olduğu kadar cinsiyetçi, cinsiyetçiliğinden öte kadın düşmanı ve kadın aşağılayan oyuna çocuklarımız dahil ediliyor, cinsiyetçilik tiyatro üzerinden üretiliyor. Çocuklar hiçbir ötekileştirmeye alıştırılmamalıdır, hele de kendini toplumun öncü grubu gören sanatçıları tarafından!

Anekdot 9:

Anti-militarist konserde yirmili yaşlarında genç bir Kıbrıslı erkek, önünde durup konseri izleyen on yaşlarındaki Suriçi çocuklarından birine “sen benim önümden çekil” diye emreder. Çocuğun yanında tesadüfen duran kadın uzaklaşmaya çalışan çocuğu durdurur ve “neden gidecekmiş?” diye sorar. “Önümü kesiyor, gitsin!” cevabına karşılık kadın adamın beline bile gelmeyen çocuğa bakar ve “onun burada durması seni kesiyor mu?” diye sorar. Gencin cevabı “sen nerelisin? Kıbrıslı mısın?” olur. Kadın “fark etmez nereli olduğum, insanım çünkü” der. Anti-militarizmin sadece tepkisel şekilde Rum düşmanlığı yaşamamak olduğunu zanneden dar beyin, her türlü baskı, dışlama, zorlama, ötekileştirme ve şiddeti reddeden fikri kirletir ve Türkiyeli olduğu için el kadar çocuktan anti-militarist konserde nefret etme özgürlüğünü (!) kullanır. O çocuk birilerinin malıdır, istemediğimiz birilerini temsil eden bir “şeydir”. Başkasının malına zarar vermek de çocukları “mal” görmek de bu beyin için anti-militarizmle bağlantısızdır.

Anekdot 10:

Dehşete kapılmamız gereken şeyler oluyor bu ülkede. Çocuklara tecavüz oranları açıklandığında “tecavüz edenler de edilenler de Anadolu’dan geliyorlar, bizim sorunumuz değil, onlar alışkındırlar” diye internet gazetelerinin altına rumuzla utanmadan not düşebilecek kadar “mal” görüyoruz insanı. İnsanlık suçlarını, çocuklara yapıldıkları anda bile görmezden gelebilecek kadar insanlığından çıkarabiliyoruz insanları, çocuk olsalar bile. Kendi grubumuzdan çocuklara zarar verenleri ise pek bir sessiz izliyoruz.

Anekdot 11:

Gece yarısı Girne’de bir barda iki genç kızın çok seksi kıyafetlerle çok seksi şekilde dans etmesi herkesin dikkatini çeker. Yan masalarında oturan kadının dikkatini çeken şey ise eline tekila verilen bu kızın çocuk yaşta göründüğü, yanındakinin kendinden de küçük göründüğüdür. Kadın yerinden kalkar ve elinde tekila bardağı ile dans eden kıza yaşını sorar. Cevap “17” dir. Yanındaki çocuğun yaşı ise “11”dir. Kadın işletme sorumlusunun yanına gider ve çocuklara içki sattığını, bunun yasal olup olmadığını sorar. Adam yasa dışı olmadığını, polisin karışmadığını aslında buralarda tehlikenin bet ofislerden daha çok olduğunu çünkü bu gibi yerlere uyuşturucu da girebileceğini söyler. Kadın o sırada aslında çocuklara içki satılmasının yasadışı olduğunu bilmemektedir. Yine de dönüp, “bu yasa olarak geçmedi diye, siz bu çocuklara içki satarak üç kuruş daha fazla kazanmakta bir sorun görmüyor musunuz?” diye sorar. Adam “çocuklarının bu saatte nerede olduğunu merak etmeyen aileleri anlamak mümkün değil, burada olmamaları gerekir” diye cevap verir.

Anekdot 12:

Anne, baba, nene olduğundan şüphelenilen yaşlı bir kadın, on ve beş yaşlarında iki çocuk İstanbul havaalanında bir bankanın lokanta hizmeti veren merkezinde oturur. Yan masada oturan kadın sonradan 11 yaşında olduğunu öğrendiği çocuğun elinde içi bira dolu bir bardak görür. Çocuk biradan iki yudum alır. Baba yaşlı kadına döner ve “bu seni geçti, biracıdır biracı, bak!” der ve gururlu (!) bir şekilde gülümser. Belki de adam için oğlunun “erkekliğinin” bir kanıtıdır bira yudumlaması, kim bilir? Hepimiz çocukken takdir edilen davranışlara yöneliriz, bu babası tarafından mağdur edilen çocuk da aynen onu yapar. Babasının teşvikini yarıda bırakmak istemez ve iyi bir şey yaptığını zanneden çocuk bardağın yarısından fazlası dolu olan birayı bir dikişte içer (fondipler). Anne bu durumu görünce gözlerini dehşetle açarak babaya bakar ve bir tepki göstermesini bekler, adam hiç tınmaz, durumdan memnuniyeti devam eder. Kadın da sesini çıkarmaz. Yan masada oturan kadın şahit olduğu bu olayın etkisiyle üzüntüyle titreyerek yerinden kalkar, masaya yaklaşır ve “sosyal hizmetin işlevi olan bir yerde bu çocuğu sizin elinizden alırlardı” der. Anne “neden?” diye sorar. Kadın: “Çocuğunuza alkol içirdiniz, umarım bu günden sonra bu davranış biçiminizi değiştireceksiniz” der ve masadan ayrılır. Sonradan İstanbul havaalanında polis çağırıp bu aileyi şikayet etmediğinden çok üzüntü duyar çünkü orada yasanın geçmesi ve uygulanmaya başlaması bu ailenin kendi ülkelerinde bu olaydan sıyrılması yerine cezalandırılmalarına yardım edebilirdi gerçeğiyle karşı karşıya kalır. Çocuğunun bira içmesinden rahatsızlığı gözlemlenmesine rağmen, anne farklı bir yol izlemeyi tercih eder ve uçakta kendisini uyaran kadının yanından geçerken “sen kimsin de bana çocuğuma nasıl bakacağımı öğretmeye kalkıyorsun?” diye hışımla sorar. Adam da olay iki kadının kapışma problemiymiş gibi “ikiniz de kesin yoksa fena olacak” şeklinde bir “erkek” tehdit sallar. Kadın Ercan’a inince polise resmi şikayette bulunur. Kendisinden şikayet edildiğini gören babanın ilk savunması “sen yasa masa bilmiyorsun İstanbul’da olmuş bir olaydan beni burda suçlayamazsın” olur. Çocuğuna karşı işlediği suçun muhakemesi bir an bile gözünde parlamaz, sadece başının belaya girmeyeceği noktasına odaklanır. Kadın çocuğun konuşulan anda kanında alkol olduğunu söyleyince bu seferki savunması “annesinin birasını masadan aldı ve benden izinsiz bir yudum içti” şeklinde çocuğunun arkasına saklanmak olur. Söz konusu baba önce kadına bağırarak, ardından tehtit ederek, ardından küçümsemeye çalışarak caydırmaya çalışır. Sonra polisin omzuna elini atarak uzaklaştırıp kulağına fısıldayarak zabıt tutulmasını engellemeye çalışır. Kadına “mühendiz” olduğunu vurgulayarak yanlış yapamayacağını ortaya koymaya çalışır. Bilinçli çocuk yetiştirmenin formal eğitimle alakalı olmadığını bilmez. Nene olduğundan kuşkulanılan kadın “çocuğun anası var babası var, herkese ne, nasıl karışabilirler” der. Anne çocuğuna bira içiren kocasını korumayı çocuğunu korumaya tercih eder. Anne çocuğunun bira içmesinden rahatsız olmasına rağmen, engel olmadığında babası kadar suçlu olduğunu fark etmez. Kendini korumaktan başka derdi olmayan bu bencil, bilinçsiz ve bilinçsizliğinden kurtulmayı reddeden ebeveynler şikayet edilir. Oradaki polis kadına ilgisi ve duyarlılığı için teşekkür eder. Ama o polisin üstleri, adamın “İstanbul’da oldu, benden izinsiz aldı sadece bir yudum içti, ortada bir sorun yok” beyanını doğru kabul eder ve olayı sosyal hizmetlere intikal ettirmeden ört bas eder.

Çocuğa babasının suçu yüklenir, çocuk bir kez daha kendisini korumaktan sorumlu olup bunu yapmayan babasının malı olarak tescil edilir. Adam da polisten aldığı ört bas güvencesiyle evine gider. Belki de kendine de “reisi” olduğu eve de haklılığını kanıtlamak için çocuğuna bir bira daha ısmarlayacaktır, ihtima dahilindedir. Dedik ya, çocuklar malımızdır, dövsek de, sövsek de, içki de içirsek devlet baba bizi bilinçlendirecek, çocuklarımızın haklarını öğretecek sosyal hizmet uzmanlarına bizi sevk etmez, çocukların evlerinde güvenli ve haklarına saygı duyulan şekilde yaşadıklarından sosyal hizmet uzmanlarının emin olması için çalışmalarına izin vermez, son noktada çocuklarını istismar eden ailelerin ellerinden çocukları almaz.

Devlet baba karılarının ve çocuklarının arkasına saklanmayı marifet sayan adamları korur sadece. Biz de “bananeciliğimizle” çocuklarımızı alkol ve uyuşturucunun kucağına atarız toplum olarak. 11 yaşında bira “fondipleyebilen” bir çocuk 18’ine geldiğinde eroinman olacakmış, alkolik olacakmış, bir dikişte içki içme hastalığından komaya girecekmiş (binge drinking) devlet babanın umurunda değil. Onlu yaşlarında bira tattırılan çocuklar, on yıl içinde alkollü şekilde babasının kendisine verdiği, sonra da “çaldı benden” diyerek sorumluluğundan kurtulduğu arabayla başka birimizin çocuğunu öldürdüğünde “kader utansın” deriz ve devlet babayı, onun uygulayıcılarını ve de kendimizi sorgulamak aklımıza bile gelmez.

Çocuklarımız insandır. Küçük olmaları, yetişkin olmamaları hakları olmadığı anlamına gelmez. Çocukların bedensel-duygusal bütünlüklerine saygı, insan oldukları için dünyaya geldikleri anda haklarıdır. Bedensel ve duygusal dünyalarını korumak görevimizdir, sorumluluğumuzdur. Bu sorumluluğu yerine getiremediğimizde de malımız olmadıkları için onlar adına karar verme hakkımız ortadan kalkmaktadır. Fakat biz dövsek de sövsek de, alkol içirsek de, yanlarında sigara içsek de, gözlerinin önünde şiddet kullansak da, gece yarılarına kadar sokaklarda yetişkin gözetimi olmadan kalmalarına izin versek de, başımıza hiçbir şey gelmeyeceğini bilmenin dayanılmaz hafifliği ile sorumsuzluklarımıza devam ediyoruz. Ama aslında bu sorumsuzluklarımızın bedelini ödemek, bu hareketlerimizin her birinin çocuklarımızı kaybetmek riskini taşıdığını bilsek ya da bu risk gerçekten oluşsa, o zaman çocuklarımızı malımız gibi değil hakları olan, gerçek bireyler olarak görmeye başlayacağız. “Nasıl bir devlet” sorusu bu bağlamlarda da incelenmelidir.