Kıbrıslı Türker’in ilk operası sahnelendi geçenlerde. “Arap Ali Destanı”nın toplumda bunca ilgi görmesi bir sosyal bilimci olarak benim için başlı başına bir ilgi kaynağıdır. Arap Ali’nin babamın babası olmasından dolayı da ilgimin bireysel bir boyutu da vardır. Adayarısı’nın yüksek öğretim tiyatrosunda intihalci aktörlerin oyunlarını bozduğum için baştaki “solcu” yönetmenin de destek ve onayı ile Arap Ali Destanı operasını sahnede izleme şansım olmadı. Ama bu opera bir anda beni hem sosyal bilimci olarak hem bir aile ferdi olarak bir kez daha uzağına itildiğim memleketime bağlayıverdi.

Bu operayı izlemediğim için opera adına bir yorumda bulunmayacağım. Ancak bugün gözüme Gazeddakıbrıs’ta yayınlanmış bir yazı takıldı. Yazı, operayı ve toplumu “ırkçı” olmakla yargılıyor, Kıbrıslılar’ın adaya Afrika’dan köle olarak getirilen ya da köleleştirilmiş siyahlarla ilişkisini sorguluyor ve operayı Arap Ali’yi ve “kızkardeşini” beyaz tenli oyunculara oynattığı için siyahlıklarını inkâr etmekle itham ediyor. Bir de öneri getiriyor: yaşlı rolündekine yaşlı makyajı yaparken neden Arap Ali’yi ve “kızkardeşini” oynayanı da “makyajlayarak siyahlaştırmadıklarını” sorarak, operayı bir yüzleşme fırsatına döndürmeye çalışıyor.

Irkçılık karşıtı amacı olan yazılı ve görsel denemelerin karşı oldukları ırkçılıkları yeniden üretmemeleri gereklidir. Hatta ırkçılığı yeniden üretirken içine cinsiyetçilik ve yaşçılık gibi dışlayıcılıkları eklemediklerinden emin olmaları gerekiyor. Bunun için de daha derin ve kesişen kimlikleri içlerine katan, ırkçılığın ve ırkçı dışa vurumların nasıl olduğu ile ilgili bilgilerini arttırmaları gerekiyor. Bu yazıyı, ırkçılık karşıtı denemeler yapan herkese katkısı olması, durdukları noktayı yeniden değerlendirmeleri umuduyla hem feminist bir sosyal bilimci hem de adı geçen insanların en azından bazıları ile tecrübeleri olan birisi olarak kaleme alıyorum.

Her şeyden önce beyaz aktörlerin değişik ırklardan karakterleri oynaması, heteroseksüel veya cis-cinsiyet insanların trans cinsiyet rolü oynaması veya engelli bir bireyi o engele sahip bir aktör yerine engeli olmayan birinin oynaması ile ilgili yapılan önemli tartışmalar vardır. Bu tartışmaların ortaya çıkardığı gerçek, farklı gruplardan insanların aktör olabilmelerine imkân sağlanması, farklı renklerin ve kimliklerin aktörler içinde bulunması gereğidir. Yaşlı rolünü oynayacak birinin makyajlanması yerine, yaşlanmış oyuncuların da kadro içinde olması gerekmektedir. Toplumun resmini yansıtacak oyuncularımız yoksa, bu oyuncuların toplumsal olarak kurgulanmış güzellik anlayışı çerçevesinde sanat okullarına alınmadığını ya da tiyatro kadrolarına gereken düzeyde farklı kimliklerin ve görünüşlerin dahil edilmediğine işaret eder. Birisini “makyajlayarak ve boyayarak” sahip olduğumuz ırkçılık imgeleri bitmez, tam tersine karşımızda doğal olmayan bir renk gördüğümüz için ırkçılığımız perçinlenebilebilir. Doğal olmadığı için ya da beyazken nasıl olduğunu bildiğimiz için kişi “acayip” görünebilir, “sevimsiz” görünebilir, “yapay ve gerçek dışı” görünebilir ve bir anda siyah tenle bu “acayip”, “sevimsiz”, “yapay ve gerçek dışı” imajlarını eşleştiren bir insan grubu ile baş başa bulabiliriz kendimizi. Gençliğinde yüzünü siyaha boyadığı “kostümleri” ortaya çıkan Justin Trudeau’nun kucaklayıcı politikalarının samimiyet derecesinin Kanada’da sorgulanması iyi bir örnek teşkil etmektedir.

Yazının içinde kullanılan cümlelerde “Arap Ali’nin evlendiği Kıbrıslı Türk kadın” ve “Arap Ali’nin kızkardeşi” tanımlamaları eril dili sorgusuz kabullenmektedir. Eril dilde özne olan, konunun merkezinde duran her daim erkektir ve Duygu Asena’nın çığlık çığlığa bağıran romanının adının vurguladığı gibi de kadının adı yoktur. Arap Ali’nin evlendiği kadının adı Seniha’dır. Üç erkek çocuğu ile dul genç bir kadın olarak, “güzel” olması sebebiyle de pek çok evlilik teklifi almıştır. Adalı erkeklerin talebi çocuklarını baba ailesine (Ali’nin ailesine) bırakarak “çocuksuz” eş olmayı kabul etmesidir. Kendisini çocukları ile birlikte seven ve bu sebeple de gönlünü verdiği ve evlendiği adam da Ali gibi kara tenli Mehmet’tir.

Ama belki de benim en çok içime dokunan büyük halam, benim tabirimle “neneme” “Arap Ali’nin kızkardeşi” olarak hitap edilmesidir. Onun adı Sahavet’tir. Sahavet bir adamın kızkardeşi olmanın çok çok ötesinde bir kadındı. Ne yazılı ve sözlü tarihte “Ali’nin kızkardeşi” olarak yer alması yeterlidir, ne de sahnede beyaz (veya yüzü siyaha boyalı) ince bedenli bir kadın tarafından, Ali’nin kızkardeşi olarak ifadelendirilmeyi hak etmektedir. O, meşhur Suvayetin hamamının sahibi, yöneticisi, popüler tabiri ile Limasol’u yıkayan Sahavet’tir.

  1. Arap Ali’nin evlatlarına bir hamamı tek başına işleterek sahip çıktı. Hayatımda gördüğüm en akıllı, erkeklerden en bağımsız, en çalışkan kadındı. Bir gün pırıl pırıl kahve teni, iri kemikleri, koca cüssesini taşıyan bastonu ile o da Adayarısı’ndaki kadın tarihinde ve sahnede yerini alacak. Esmer, iri-yarı bir kadın oyuncu tarafından canlandırılacak. Kendisini an itibarı ile kaleme alan ve yakında bu topluma armağan edecek olan bu satırları yazan feminist, o vakit memleketinde olacak. Ve o esmer, iri oyuncu ile hayat bulan Sahavet’i izlerken, coşkuyla akacak gözyaşları, hem Sahavet’in, hem Sahavet gibi kadınların gizli kalmış tarihi yeşerdiği için, hem eril toplumun sembollerinin ötesinde kadınların da efsaneleri kadınlar tarafından, kadınların gözüyle ve kadınların bedenleri ve renkleriyle sahnelendiği için.