Akıncı yandaşları bir söylem tutturmaya çalışıyorlar. “CTP, temelde iki toplumlu iki kesimli federal çözümden yanadır ve Akıncı’dan farklı bir söylemi yoktur. O zaman neden, halihazırda seçilmiş olan Akıncı’yı desteklemek yerine aday çıkarmayı düşünmektedir?”

Bu soru ciddiyetle sorulduğuna göre ciddiyetle üzerinde konuşulması da gerekmektedir. CTP’nin her şeyden önce solun en büyük partisi olarak, tabanını partiye bağlı tutabilmek için aday çıkarması gerekmektedir. Neden solda tabanı en büyük olan bir parti, kendi adayını seçtirmek yerine üzerinde etkinliği olamayacağı, istenilen yoldan çıkarsa baskı kuramayacağı bir adaya oyunu teslim etsin? Demokrasi baskı gruplarının, kendine özgü dinamikleri kullanarak üzerinde en çok etki sağlayabileceği adaylara yönelmesini gerektirir. Aksi halde aday bir kez seçildikten sonra, verdiği sözün dışında hareket etmeye kolaylıkla başlayabilir ve tabanı dinlemek gibi bir kaygısı da olmaz.

Bu durum size tanıdık geldi mi? Gelmediyse Akıncı’nın Cumhurbaşkanlığı sürecine bakmanız yeterli olacaktır. Akıncı birçok söylediği konuda sözünde durmadı, birçok yerde tabana seçim startları verilinceye kadar kolayca kulak tıkayabildi.

Bunun ilk örneği CTP’den Cumhurbaşkanlığı içi sağ aday Eroğlu’na karşı destek isterken, CTP’ye verdiği vaatlerdir. ‘Beni desteklerseniz, ben sizlerden de insanlar atayacağım, sizler de benim yanımda görevlendirileceksiniz’ dedi. Kendi belediye başkanlarının, TDP parti önde gelenlerinin, propagandistlerinin kaprise varan surat asmaları ve eleştirilerine rağmen de CTP içinden bir görüşmeciyi göreve ilk geldiğinde atadı. Sonra görüşmeler durdu, Akıncı ‘olmayan görüşmenin görüşmecisi olmaz, pozisyonu kaldırıyorum’ dedi. Şimdilerde yeniden görüşürmüş gibi yapma ihtiyacında olduğu, kendini destekleyen kemik tabana görüştüğünü göstermesi gerektiği için yeniden temsilci atadı. CTP’den bir önce atadığı mı? Hayır. Bir önce atadığı olmasa da CTP’nin olmasını istediği CTP markalı, partili, seçilmiş biri mi? Hayır. CTP bu konu ile ilgili baskı kuracak güce sahip mi? Tabi ki hayır.

Konuyu bir de görüşmelerin kapanması ve yeniden başlaması açısından irdeleyelim. Akıncı’nın iki lafından biri ‘ben büyük bir çoğunluğun oyu ile geldim, yaptıklarımı halk adına yapıyorum’ demesidir. Temsili demokrasilerin en büyük zafiyetlerinden birisi direkt ve katılımcı demokrasi ögelerinin azlığıdır. Bir kere seçilmişler sandıktan çıktı mı bir sonraki seçime kadar halka verdikleri sözü mü tutuyorlar yoksa tamamen farklı bir telden mi çalıyorlar sorusu havada aslıdır. Seçilenler seçim dönemindeki vaatlerini yerine getiriyor mu ve halk 4-5 yıllık sürecin içinde seçilenin yaptıklarından memnun mu sorusu cevapsızdır. Referandumlar, katılımcı oluşumlar olmadığı için elinizde olsa olsa örtülülerden ve çok da örtülü olmayan projelerden açık ve seçik ödenenlerin taraflı, bilimle yakından uzaktan alakası olmayan (boşuna mı bilim insanlarından bunca korkulup yaşam alanlarının ellerinden alınması?) anketleri vardır, o kadar.

Halbuki mesela Akıncı’ya 2015’te oy veren kaç kişi çizdiği profilden ve tercihlerinden memnundur? Kendisini nemalanmadan, çıkar elde etmeden, sadece politik çizgisi ve öngörüleri üzerinden takip eden kimseciklerin memnun olabilmesi mümkün değildir.

Neden mi? Akıncı Cumhurbaşkanlığına adaylıkta hızlı başladı. Mutlaka barışı getirecek mızrak başının kendisi olduğunu, bu zor ve çetrefilli davada bilgisi, tecrübeleri ve uluslararası bağları ile bu tarihi fırsatı yerine getirecek kişi olduğunu iddia etti. Halktan güven ve oy istedi. Lefkoşa’da Rum seçilmişle kahve içti, tiyatroya gitti. Bu tip sembollerle barışı yürekten özleyen ve bekleyen tabanın hassas duygularına dokundu. Belli bir grup da anlaşma dediğinde göz bebeklerinin içinde Euro işaretleri döndüğünden Crans-Montana ile muhtelif ödeneklerle banka hesapları artarken daha da çok ellerini ovuşturmaya başladı.

Sonra aniden Cumhurbaşkanı Akıncı “bizim jenerasyonda barışı yakalamak mümkün olmadı” dedi ve kendisini seçen tabanın büyük tepkileri ile görüşmelerin bittiğini söyledi. “Sonu açık şekilde sonsuza dek görüşülmez, B planına geçiyoruz!” dedi. O günlerde tabanın kendisi ile beraber olduğunu, desteklendiğini söylemekten daha çok “ben size rağmen sizin adınıza haklarınızı savunuyorum, endişe etmeyiniz ben sizin adınıza doğru olanı yapıyorum” tavrını tercih etti. O sıralarda önden ödenekli çıkan anketler bir anda kendisini “en güvenilir kurum” ilan etti. İçinde bulunan ana göre üzerine gidilmesi gereken söylem halkın “hala Akıncı’ya güvendiği” yönünde olmak zorundaydı çünkü. Ama temsili demokrasi değil, direkt ve katılımcı bir demokrasimiz olsaydı, aslında politikalarının tabandan ne kadar uzaklaştığını açıkça izleyebilirdik.

Bu süreçten sonra farklı aktörlerin cumhurbaşkanlığı mevzusunu konuşmaya başlaması ile de zaten tabanın Akıncı’nın değişen tutumundan yana olmadığını ortaya sermesinden dolayı Akıncı 3. kez söylemini değiştirdi. Bu sefer ne dedi: “B planı B planı diye tutturanlara bu hayalden dönemleri gerektiğini, hayallerle politika yürütülemeyeceğini bildirmek zorundayız. Halk görüşme istiyor ben de çoğunluğu temsil ediyorum. Görüşeceğiz!”

Karşımızda plansız, programsız, aldığı etkilere göre tepki gösteren ama kendisi politika üretemeyen, üretemedikçe de “bende halk çoğunluğu var” diyen bir Cumhurbaşkanı vardır. Kıbrıslı Türklerin tepki gösteren değil, güçlüler arasında dengeleri oluşturarak halkının çıkarına en iyi ihtimalleri masaya yatırabilecek ve bunları hayata geçirebilecek bir seçilmişe ihtiyacı vardır.

Akıncı bir dönemde bu seçilmiş kişi olmadığını gösterdiğindendir ki, bir sonraki seçimde yeni bir alternatife ihtiyacımız vardır. Sol bu alternatifi kendi üretmezse başka bir grup üretecektir. O yüzden CTP’nin kendi adayını elbette çıkarması hayati önem taşımaktadır.