Cumhuriyetimizin 30. Yılına biraz buruk, biraz öfkeli ve en önemlisi belirsizlikler içinde giriyoruz bugün. Yaşadığımız sıkıntıların herkese göre sebebi farklı olabilir. Ama aşağıdaki yazıyı okuyunca asıl sorunun ne olduğunu her halde daha iyi anlarsınız diye düşünüp Ulu önder Mustafa Kemal’in hayatından bir hikâyeyi Cumhuriyetimizin 30. Yaşında sizlerle paylaşıyorum… 


Atatürk ve Halil Ağa 

Atatürk ve Nuri Conker, bir plân hazırlayıp uygulamaya koyarlar; uygulanan plân sonunda Florya Köşkü'nün tüm nöbetçilerini atlatırlar ve köşkten kaçarlar, küçük Çekmece'ye doğru giderler... Birden Atatürk’ün gözleri çift süren bir köylüye takılır...Yaşlı bir adamdır bu köylü... Sapanının sapına iyice yapışmış, toprakları yavaş yavaş deviriyor... Fakat çiftin bir yanında öküz, bir yanında merkep var! 


Eşit güçlerle çekilmediği için sapan yalpa yapıyor; Atatürk şoföre durmasını söyler, arabadan inerler 

'Kolay gelsin Ağa!..' der. 

'Kolaysa başına gelsin!' 

'İşler nasıl Ağa? 

“Bu yıl mahsulden yüzünüz güldü mü?' 

'Tanrı'nın gücüne gitmesin bey, bu yıl yufkaydı mahsul. Kabahatin acığı bizde, açığı yukarda!.. Biz geç davrandık, yukarısı da rahmeti esirgedi…' 

'Bakıyorum, sapanın bir yanında öküz, bir yanında merkep koşulu. Öküzün yok mu senin?' 

'Var olmasına vardı ya, hıdrellezde vergi memurları sattırdılar!.' 

'Hiç vergi memurları köylünün üretim aracını satırır mı? Olmaz böyle şey!. Muhtara şikayet etseydin. ' 

Köylü güldü: 'Muhtar başında deel miydi memurun, a bey? 

Atatürk dudaklarını dişleri arasında ezerek konuştu: 'Kaymakama gitseydin ' 

Köylü iyice güldü. 'Sen de benle gönül mü eyleyon beyim? ' der. 

Atatürk konuşmayı sürdürür; '…E peki, İstanbul şuracıkta geleydin valiye anlataydın derdini. Onun işi bu değil mi? 

Köylü Atatürk'ün saflığına inanmış iyiden iyiye güler. Konuşmanın tadını çıkardığı için keyiflenir de biraz. Kestirip atar: 

'Bırak şu sağarı Allasen, biz onun buralardan gelip geçtiğini çok gördük. Yakasına yapışsak acep derdimizi duyura bilir miyiz?.' 

Atatürk sordu: 'Adın ne senin Ağa?' 

'Halil.. Köylük yerde sorsan ,Halil Ağa derler' 

'Demek varlıklısın?. Ağa dediklerine göre ' 

'Acık çiftimiz-çubuğumuz varken adımız ağa'ya çıkmış.' 

'Peki, Halil Ağa, bu senin işin beni bayağı meraklandırdı. Benim bildiğime göre, bir çiftçinin üretim aracı elinden alınmaz. Sen aldılar diyorsun. Hadi kaymakam şöyle, vali öyle diyelim; e peki bir başvekil İsmet Paşa var bilir misin?' 

'Bilmez olur muyum, beyim?' 


'Tamam, öyleyse, hemen her hafta İstanbul'a geliyor. Florya Köşkü'ne iniyor. Bir gün kapıda bekleseydin de derdini dökseydin ona. Herhalde çaresini bulurdu.' 

'Sen benim konuşmamdan hoşlaştın, gönül eyliyonsun.Ama bak şimci, tutalım gittim vardım, beni o kapıya koymazlar ya... Tutalım ki kodular, koskoca İsmet Paşa'mızı göstertmezler ya..
.
Tut ki gösterdiler ya ona halimi nasıl yanacağım hele; o sağarınsağarı!. 

'E peki, bakalım bu dediğime ne bulacaksın!...' dedi ve devam etti, 'Atatürk koca yaz şuracıkta oturup duruyordu. Gitseydin, çıksaydın önüne, anlatsaydın halini. O da seni yüzüstü bırakacak değildi ya!..' 
'Sen ne diyorsun bey? “dedi . 

'Mustafa Kemal Paşa Atatürk'ümüzün yüzünü görmek için Peygamber gücü gerek... Hem, tut ki gördük. Yiyip içmekten, işinden gücünden başını kaldırıp bizim öküzün arkasından mı seyirecek?..' 

Atatürk 'Senden hoşlandım Halil Ağa' der... 'Bir gün köyüne de gelir, bir ayranını içerim. Açık yürekli bir vatandaşsın. Ama yine de sana söylüyorum, hakkını kimsede bırakma ara!..' der…ve ayrılır, 

'Meraklanma beyim, evelallah heç kimse bizim hakkımıza el değdiremez. Fakat bu, Devlet Baba'ya borçtur. Ödenmesi gerek!... 

Otomobil hareket eder; Atatürk'ün kaşları çatıktır ve oldukça canı sıkılmıştır... 

Köşe döndüklerinde; 'Şimdi…' der; 'İstanbul'da ne kadar bakan, milletvekili varsa hepsini telefonla bulacaksın!.. Bu akşam kendilerini yemeğe bekliyorum. Ayrıca Vali Muhittin Üstündağ ile İsmet Paşa'yı bul, onlara da haber ver…' 
'Şimdi sen de arabayla çıkıp o Halil Ağa'ya gideceksin. Ona benim kim olduğumu söyleme. Tüccar, zengin bir adam filan dersin. 'Seni sevdi, sana öküz alıverecek' diye bir şeyler söyle, kandır. Kuşkulandırmadan al getir buraya...' 
O akşam Atatürk'ün sofrasında Başbakan İsmet İnönü, bakanlar, milletvekilleri ve İstanbul Valisi Muhittin Üstündağ'dan oluşan yirmi beş konuk vardır. 

Atatürk, 'Bu akşam soframıza efendimiz gelecek' der... 


'Kendisine nasıl davranacağınızı çok merak ediyorum.' 

Bir süre sonra içeri başyaver girer ve Atatürk'ün kulağına bir şeyler söyler. 



Atatürk, 'Buyursun!..' der. 
Atatürk son konuğunu, 'Hoş geldin Halil Ağa…' diye karşıladıktan sonra kendisini sofradaki konuklarına tanıtır: 'İşte beklediğimiz, Efendimiz…' der... 

Halil Ağa'ya döndü: 'Bak beri, Halil Ağa…' der. 'Sen bu akşam benim başmisafirimsin. Senin açık sözlülüğünü pek çok beğendiğimi bugün söyledim. Konuşmamızdan sonra sana hiçbir zarar gelmeyecek.

Öküzünü de alacağım. Ama şimdi ben tarlada sorduklarımı baştan soracağım, sen de orada söylediklerini aynen tekrarlayacaksın. 

İşte soruyorum: 'Bakıyorum sapanın bir yanında öküz, bir yanında merkep koşulu. Öküzün yok mu senin?” 

Halil Ağa dudakları titreyerek Atatürk'ün ayağına kapanacak olur, Atatürk önler: 'Yoo, bak böyle şey istemem. Soruyorum cevap ver.' Soru - cevap valiye kadar aynen tekrarlanır... 

Atatürk sorar: 'Peki İstanbul şuracıkta, gideydin valiye, anlataydın derdini, onun işi bu değil mi?...' 

Vali Muhittin Üstündağ, Hali Ağa'nın ancak iki metre ötesinden kendisine bakar...Nasıl desin? Ter basmıştır iyice, işi savuşturmanın yoluna kaçar: 'Vali paşamızı biz görüp dururuz buralarda. Eteğine düşsek derdimizi duyurabilir miyiz ki?...' 

'Olmadı bu, Halil Ağa... Bana dediğin gibi, dosdoğru...' 

Halil Ağa: 'Köylük yerinde bizim dilimiz “sağar” demeye alışmıştır, paşam' der; 'Kusura kalma gayri...' 

'Diplomatsın ki, yaman diplomatsın, Halil Ağa... Ama şimdi diplomatlık sırası değil, doğruyu konuşacağız... Söyle bana, orada dediğin gibi...' 

Halil Ağa: 'Şaşırmışım, ağzımdan yanlışlıkla 'Bırak bu sağarı' diye bir laf kaçırmışım...' 

'Hadi buna da oldu diyelim.: 'E, peki bir Başvekil İsmet Paşa var, bilir misin? ' 

Halil Ağa: 'Şanlı İsmet Paşamız bilinmez olur mu hiç?...O bugüne bugün...' 

'Bırak şimdi övgüleri…'der. ' 

Halil Ağa yine kaçamak yanıt verir: 'Kapıya koymazlar ya bizi, koysalar da şanlı paşamıza öküzümüzü mü yanacağız!. ' 

Atatürk: 'Beni uğraştırma, Halil Ağa' der... 'Erkek adam sözünü yalamaz. Ne dediysen ,tıpkısını tekrarlayacaksın!...' 

Halil Ağa: 'Şanlı Paşamıza da sağar dedikti ya...' 

Atatürk; 'Yalnız sağar değil, 'sağarın da sağarı' değil miydi?...'
 

'Öyle dedikti paşam, doğrusun!..' der... 

'Son soruyu sorayım şimdi' der. 'Bunun da karşılığını ver, öküzünü al git' der… 

'Koca yaz şuracıkta Atatürk oturmuyor mu? Gitseydin, çıksaydın önüne, anlatsaydın halini. O da seni yüzüstü bırakacak değildi ya?...' 

'Hiç bırakır mı Aslan Paşam benim!.. Erip erişir de tarlama dek gelir, halimi dinler…' 

'Bırak bunları Halil Ağa, dediğini tekrarla.' 

Halil Ağa 'İşte bunu demem Paşam' der... 

'Ağzıma ataş doldur, işte bunu demem!.' 

'Zorlatacak bizi bu Halil Ağa, laf anlamıyor…' der... 'Mustafa Kemal Paşa Atatürk'ümüzün yüzünü görmek için, Peygamber gücü gerek demiştin, yanılmıyorsam. 'Görsem de işinden gücünden, yiyip içmekten başını kaldıracak da bizim öküzün arkasından mı seğirtecek' demiştin…' 


'Şimdi bak beni dinle, Halil Ağa... Seni şu kadar üzmemin sebebi, şunu anlatmak içindi: Şu gördüğün altı bay hükümet...Yani, biri Başbakan, ötekiler de Bakan!... Memlekete göz kulak olacak, işleri evirip çevirecekler diye bu makama getirilmişler. Bir kanun gerekti mi, bu baylar hemen sıvanırlar, İsviçre'den mi olur, İtalya'dan mı olur, Fransa'dan mı, velhasıl neredense, bir kanun buluştururlar, Türkçe'ye çevirtirler, sonra basıp imzayı gönderirler Büyük Millet Meclisi'ne... Bu Millet Meclisi dediğim, şu altı baştan senin yanına kadar olan beyler. Kanun bunlara gelir. Bunlar da 'hükümet elbette incelemiş, gerekeni düşünmüştür, benim ayrıca zorlanmama gerek yok' derler ve kaldırırlar parmaklarını, olur sana bir kanun!.. Ama sonra bir vergi memuru gelir, vergi borcundan Halil Ağa'nın öküzünü çeker, satar... Halil Ağa da tarlasını bir yanda merkep, biryanda öküz, ırgalana ırgalana sürmeye çalışır. Ama üretim düşermiş, ekim zorlaşırmış, kimin umurunda... Sonra ben bunları görürüm, içim kan ağlar, işitirim, tasalanırım!... 



Eee, hakça söyle bakalım şimdi Halil Ağa... Sen benim yerimde olsan, efkar dağıtmak için, bunları bu beylerle konuşmak için içmez misin? Ama sonra da Halil Ağa tutar, sana 'sarhoş' der...' 
Atatürk: 'Peki sen de içer misin?...' 

'Hiç bulunur da içilmez olur mu, Paşam?.. İçeriz ki, tıpkı şerbet gibi!..' 

'Hadi bakalım Halil Ağa' der; 'Sağlığına içelim...' 

Atatürk sofradaki öteki konuklarına döner: 

'Efendimizin halini gördünüz mü beyler?' der. 'Devlet size böyle davransa, siz ne yaparsınız? Mübarek millet bu, adam millet bu... Şimdi bu adam milletin karşısında 'adam olmak,' bize düşüyor!..' der. 

Sofrada kesin bir sessizlik olur. Kimse gözlerini Atatürk'ten ayıramaz… 

'Halil Ağa'nın öküzünü satıp, üretimini aksatan kanunu ya biz yaptık ya da bizim yaptığımız kanun yanlış yorumlanarak Halil Ağa'nın öküzünü satıyor. İkisi de bence birbirinden farksız... Böyle bir kanun yaptıksa, memleket çıkarlarına aykırıdır. Nasıl yaparız, nasıl yapmışız bunu? Eğer yaptığımız kanun doğru da, yorumlaması yanlış oluyorsa, o zaman sormak lazım. Hükümet nasıl bir yönetim içindedir? Sonra unutmayın ki, olay İstanbul'da geçiyor. Bunun Van'ı var, Bitlis'i var, kıyı bucak ilçesi var; acaba oralarda neler oluyor? Bu çark iyi dönmüyor beyefendiler!..'